ACININ AKTIĞI YER

İlk göz ağrım, ilk uğrağım, hizmet toprağım Antakya!

Yüzlerce öğrencimi tanıdığım, severek, dost, arkadaş, kardeş olarak yetiştirdiğim, onlarca dostluk, arkadaşlık kurduğum, başlangıçta mütereddit kaldığım, ayrılırken acı duyduğum sevginin, barışın, kardeşliğin başkenti…

İbrahim Çallı tablosunda-Hatay’ın Anavatan’a Özlemi-Amik Ovası’nda oturan bir genç kızın hasretle Amanos Dağları’ndan Anadolu’ya bakışını betimliyordu. O genç kız Hatay’dı, Anadolu’ya kavuşacağı günü bekliyordu; hasretindeydi sevginin, sevgilinin.

Bense “acının nekahat dönemindeydim.” Babamın ölümünün üçüncü günü “atandığımı bildiren sarı zarfı” almıştım. Acı o kadar büyüktü ki, önümde, yanımda, arkamda bir dağ gibi duran babam göçmüştü, bu, benim küçük depremimdi ve ben yıkılmıştım. Kafam karma karışıktı. O kadar ki, görev yapmamayı dahi düşünüyordum. Büyüklerin araya girmesiyle ben, “ne kadar çok uzağa gidersem, acıdan o kadar kurtulurum” umuduyla Hatay’a geldim. Oysa tüm acılar benimle birlikteydi. Yüreğimin yüküydü özlemleri. Sevdiklerim memlekette kalmıştı… 

Asi Nehri kıyısında salaş bir kır lokantasında “terbiyelinin” ne olduğunu bilmeden, gözlerimden yumruk yumruk yaşlar boşanırcasına yediğim “kuzu şişin” acılı tadı 55 yıldır damağımdan çıkmadı. Pul biber, çiğköfte, sarma içi ve künefe, hala Hatay’ın belleğimde izi kalan tatlarıdır.

Habib-i Neccar Camisi, Ulu Cami, Ortodoks Kilisesi, Havra, tarihi kültür dokusuyla Antakya, Samandağ, İskenderun ve tüm ilçeler… 

Her biri ayrı bir yara yüreğimde; Kurtuluş Caddesi, Kemalpaşa Caddesi, Eski Antakya, ovaya doğru açılan yeni Antakya… Hırsların, çıkarların, doyumsuzlukların, vermeden almanın kurbanı Antakya; acıların aktığı yer. 

Depremler dünya ve Türkiye coğrafyasının geçirdiği kalp kırizleridir; ne zaman, nerede olacağı bilinmez, ama önlemleri alınır ve kayıplar sıfıra indirgenebilir. Denetlemelerin yapılmadığı, betonun, malzemenin, işçiliğin kalitesizliği, yer yapısındaki yumuşaklığın incelenmeği, Hatay’a, Ölü Deniz Fayına” dikkat çeken bilim insanları dinlenmeden binaların yükseldiği, milyonlara satıldığı ölüm daireleri… Giden binlerce can ve “depreme dayanıklı” diye verilen, göz kamaştıran koca ilanlarla aldatılan, kandırılan ve almaları sağlanan insanlar… 

Kum olmuş, toprak olmuş, enkaz olmuş betonlar: Kimler sorumlu, ya da sorumluları var mı?

Büyük bir felaketle 11 ilde yok olan 44 bin can… Sadece Hatay’da 21 bin kayıp... Kaderle açıklamak sorumluluktan kaçmaktır, depremin varlığını yok saymaktır. Hiçbir önlem almadan uyumaktır, “kader” uykusundan her şeye rağmen uyanmamaktır. 

Milyonlarca yıldan bu yana bu yıkımlar yaşanıyor. Önlem almak, “kaderin” değil, aklın, bilimin, becerinin işidir. Felakete karşı önlem alan ülkeler “her nedense kader planının dışında” kalıyor. 7-8-9 şiddetinde depremler ancak birkaç kişinin ölümüne neden alabiliyor, birkaç binayı çatlatabiliyor, ama yıkamıyor. Hıristiyanlar için, Şintoistler için, Budistler için “kader” olmayan depremler, “her işi Allah’a bırakanlar için” neden kader oluyor?

Ne insanlar kaldı, ne Vali Göbeği kaldı, ne lüks binalar. 

Salgında, depremde yitirdiğim dostlarıma, öğrencilerime sonsuz rahmetler diliyorum! 

İlk iki gün telefonlar, “ulaşılamıyor” yanıtıyla dünyanın en ağır korku ve endişesini yaşattılar bana. Öğrencilerimden hiçbir haber alamadım. Nice zaman sonra Hidayet’le görüşebildim, köydeydi. Hasan’a, Şemsettin’e ulaşabildim. Onlar da Antakya’nın dışında olduklarından… Telefon operatörleri ne işe yarıyorlar? Böyle zamanlarda devre dışı kalacaklarsa defolup gitsinler. / Kamil Şenses’in hastalığını öğrendim bu arada, acil şifalar diliyorum. Mehmet köye taşınmış, ancak iletişim kurabildim.

Yüreğimde çok ağır bir yük 11 il, ilçeler ve yüzlerce köy… “Deprem kaçınılmazdır, önlenemezdir. Ama felaketi, yıkıntıyı azaltmak elimizdedir.” Depreme dayanıklı binaların yapılması için illa da böyle korkunç deneyimleri yaşamak mı gerekiyor? Akıl ne işe yarıyor, bilgi, öngörü, bilimin uyarısı şimdi kullanılmazsa ne zaman kullanılacak? Bu ülke, bu topraklar deprem kuşağında. Bu kaçıncı deneyim oldu, hala işin korkunçluğunu anlamış değiliz. Köyler, kentler, kasabalar neden depreme dayanıklı olarak yapılmıyorlar? Candan, sağlıktan daha değerli, daha önemli olan ne var ki? 

Bir ağıttır Antakya’nın-11 ilin acısı, gözyaşıdır yüreğe akan: Asi direnemedi, başkaldıramadı depreme; durduramadı “Ölü Deniz Fayını”, Hatay’ın kalp kırizini, korkunç yıkıntıyı. 

Bazı “ermişler, fırtınanın, selin yönünü değiştirirken(?)” “fayların” öfkesini neden dindiremediler? Antakya’nın parkını düşünüyorum; dünyaca ünlü Mozaik Müzesi’ni, Sen Piyer Kilisesi’ni, kültür kokan, tarih kokan sokaklarını, caddelerini, meydanlarını. Antakya’nın Musevi’sini, Rum’unu, Hıristiyan’ını, Arap’ını, Türk’ünü, Alevi’sini, Sünni’sini düşünüyorum; yüzlerce yıldır süren kardeşliklerini. Ayak parmaklarım arasında oluşan pişikler için perhiz yemeklerini evinde özel olarak hazırlayıp getiren lokanta sahibi yüreği engin Nuri efendiyi… Kadim Dostum rahmetli Mehmet Karafakı’yı, rahmetli Fuat Şenses’i,  Antakya’nın güzel yüzlü insanlarını gözümün önüne getiriyorum…  

Habib-i Neccar Dağı ve eteklerine kadar çam diken Vali Ürgen Paşa, Antakya’nın unutulmazları arasındadır. Ev arkadaşlarım, Ahmet, Fazlı ve rahmetli İsmail, İdris, Ali her zaman düşündüklerim, belliğimi zorlayanlardır... Ciltçi arkadaşım vardı, güzel sohbetlerimiz oluyordu; hiçbir bilgim yok şimdi yaşayıp yaşamadığına dair…

Korkunç bir yıkıma uğradı Antakya; binlerce ölümün yaşandığı ve acının aktığı yer. En büyük dileğim ve isteğim bundan böyle sevginin doğduğu yer olsun Hatay ve on bir il. 

Binlerce insan öldü. 

Ne çocuklar, ne anneler babalar, ne gençler, ne yaşlılar, hiç kimse ölümü hak etmiyordu.

Başın sağolsun Hatay,
Başın sağolsun Türkiyem!