Tarih, yalnızca geçmişin arşivi değil, aynı zamanda geleceğe tutulan bir ışıktır. Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş ve yükseliş destanında en ön safta yer alan, cesaretleri ve kahramanlık ruhlarıyla "Devletin Teminatı" olarak anılan Akıncılar Ocağı'nın çöküşü, imparatorluğun genel zayıflamasının hem bir sebebi hem de yenilgilerimizin acı bir gerekçesi olmuştur. Savaş dönüşü bir köprü üzerinde ganimetlerine el konulmasıyla somutlaşan onur kırıcı muameleler, milli ruhtan uzaklaşan idari kararlar ve ilimden kopuşu simgeleyen fetvalar, o görkemli yapıyı yavaş yavaş çürüten kurtlar misaliydi. Bugün, Türkiye Cumhuriyeti'nin kalbi sayılan Anıtkabir'in girişinde üst düzey askeri erkanın üzerlerinin arandığına dair iddialar, tarih sahnesinde yankılanan bu acı hatıraları yeniden gündeme getirerek şu elzem soruyu sordurmaktadır: Tarih tekerrür mü etmektedir, yoksa bu olaylar, köklü bir muhasebe ve uyanış için bir çağrı mıdır?
Osmanlı'nın sınırlarını Viyana kapılarına dayandıran ruh, büyük ölçüde Akıncılar gibi serdengeçti, milli karakteri sağlam unsurların omuzlarında yükselmişti. Onlar, devletin vurucu gücü, sınırların bekçisi ve fetihlerin müjdecisiydi. Ancak, imparatorluk genişleyip, merkezi otoritenin yapısı değiştikçe, bu milli ruh yerini giderek bürokratik ve devşirme kökenli bir elit zümreye bırakmaya başladı.
Hatırlanacağı gibi "köprü üzerinde devşirme bir paşa tarafından durdurulup, ganimetlerine el konulması" olayı, spesifik bir hadiseden çok, bir zihniyet değişiminin sembolik anlatımıdır. Bu anlatının en trajik ve somut yansıması, 1595'teki Yergöğü Köprüsü faciasıdır. Eflak seferinden dönen Osmanlı ordusunun artçı gücü olan Akıncılar, Arnavut kökenli devşirme Sadrazam Koca Sinan Paşa'nın basiretsiz ve ganimet hırsıyla dolu emirleri neticesinde, Tuna Nehri'nin azgın sularında pusuya düşürülmüş, binlercesi şehit olmuş ve tüm birikimleri heba olmuştur. Bu olay, Akıncılar Ocağı için sonun başlangıcı oldu. Devletin en sadık evlatları, merkezi yönetimin "milli ruha aykırı" olarak nitelendirilebilecek tutumları yüzünden hem canlarından hem de onurlarından olmuşlardır. Bu, sadece askeri bir kayıp değil, aynı zamanda devlet ile onun temel direği olan askeri-milli sınıf arasındaki güven bağının kopmasıydı.
Aynı dönemlerde imparatorluğun içine düştüğü bir diğer buhran ise bilim ve teknoloji alanında Avrupa'nın gerisinde kalmaya başlamasıydı. III. Murad döneminde, büyük alim Takiyüddin tarafından kurulan ve dönemin en ileri gözlem aletlerine sahip olan İstanbul Rasathanesi, "meleklerin bacaklarını gözlüyorlar" gibi akıl ve din dışı dedikodular ve Şeyhülislam Kadızâde'nin fetvasıyla, Kılıç Ali Paşa komutasındaki donanma tarafından topa tutularak yerle bir edildi (1580).
Bu olay, Avrupa'nın Galileo'ları, Kepler'leri ve Newton'ları ile aydınlanma çağına yelken açtığı bir dönemde, Osmanlı'nın kendi bilimsel potansiyelini kendi elleriyle yok etmesinin trajik bir simgesidir. Dinin gerçekleriyle bağdaşmayan, kişisel ve siyasi çekişmelere dayanan bu tür fetvalar, imparatorluğu dogmatizmin karanlık dehlizlerine itmiş ve çağın getirdiği yeniliklerden uzak bırakmıştır. Bilimden ve eleştirel düşünceden uzaklaşan bir devletin, askeri ve siyasi gücünü uzun süre koruyabilmesi mümkün değildi. Akıncıların onurunun kırılması ile rasathanenin yıkılması, aynı zihinsel çürümenin farklı alanlardaki tezahürleridir: Milli ve manevi temellere yabancılaşma ve akılcı gelişimden kopma.
Yüzyıllar sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün ebedi istirahatgahı olan Anıtkabir'de, 30 Ağustos Zafer Bayramı gibi sembolik bir günde, ülkenin generallerinin ve subaylarının polis tarafından arandığına dair iddiaların ortaya atılması, toplumsal hafızada derin bir rahatsızlık yaratmıştır. Milli Savunma Bakanlığı tarafından bu iddiaların "yapay zeka ürünü fotoğraflarla" yapılan bir dezenformasyon olduğu belirtilse de, konunun muhalefet partilerince Meclis gündemine taşınmış olması dahi, toplumda ve devletin kurumları arasında bir güven ve aidiyet sorununun varlığına işaret etmektedir.
Tarihteki Akıncılar hadisesiyle bir paralellik kurulduğunda, benzer sembolik anlamlar ortaya çıkmaktadır:
Akıncıların, canları pahasına hizmet ettikleri devletin bir paşası tarafından ihanete uğraması gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının da, devletin en tepesindeki protokolün uygulandığı, kendi manevi evleri saydıkları Anıtkabir'de bir "güvensizlik" göstergesi olarak algılanabilecek bir muameleye tabi tutulmaları iddiası, kurumsal aidiyeti ve morali derinden yaralar.
Akıncılar, fetih ruhunun sembolüydü. Anıtkabir ve Türk ordusu ise ulusal egemenliğin ve Cumhuriyetin kuruluş ruhunun en güçlü sembolleridir. Bu semboller etrafında yaratılan her türlü tartışma ve olumsuz algı, milli birliği ve devletin manevi otoritesini zayıflatma potansiyeli taşır.
Askeri personelin polis tarafından aranması iddiası, devletin silahlı gücü ile sivil güvenlik bürokrasisi arasında bir hiyerarşi ve güvensizlik sorunu olduğu algısını körükler. Bu durum, devletin kendi içindeki uyum ve bütünlüğe zarar verir. Tıpkı Osmanlı'da devşirme paşalar ile Türk kökenli beyler arasındaki mücadelenin devleti içten içe zayıflatması gibi.
Bu türden sivil-asker ilişkilerindeki gerilimler ve kurumlara yönelik güven erozyonları, sadece Türkiye'ye özgü değildir.
Beşinci Cumhuriyet'in kurucusu Charles de Gaulle, Cezayir krizinde ordu içindeki isyanlarla yüzleşmiş, ancak orduyu siyasetin dışına çekerek ve ona net bir şekilde ulusal savunma misyonu yükleyerek sivil-asker ilişkilerini yeniden tesis etmiştir. Fransa, ordusunu milli birliğin ve ulusal gururun bir sembolü olarak yaşatmayı başarmıştır.
Vietnam Savaşı sonrası Amerikan ordusunun itibarı ve halkın güveni ciddi şekilde sarsılmıştı. ABD, profesyonel orduya geçiş, asker haklarında iyileştirmeler ve "askerine destek ol” gibi güçlü kamusal iletişim kampanyalarıyla bu güveni yeniden inşa etme yoluna gitmiştir.
Franco diktatörlüğünden demokrasiye geçiş sürecinde, ordunun siyasete müdahale etme riski en büyük tehditlerden biriydi. Ancak Kral Juan Carlos'un 1981'deki darbe girişimine karşı net duruşu ve siyasi partilerin orduyu siyasi çekişmelerin dışında tutma konusundaki ortak iradesi, demokrasinin ve sivil otoritenin kökleşmesini sağlamıştır.
Bu örnekler göstermektedir ki, ordunun moralini, itibarını ve milletle olan bağını güçlü tutmak, modern ve demokratik bir devletin en temel önceliklerindendir. Ancak; bu ordu içinde olması muhtemel yanlışların ve bu yanlışa sebep olanların görmezden gelineceği anlamına gelmez. Esas olan “kaş yaparken, göz çıkarmamaktır”
Tarihten ders almak, geçmişin hatalarını bugünün körü körüne bir tekrarıyla yaşamak değil, o hatalara yol açan zihniyeti ve şartları anlayarak geleceği doğru inşa etmektir. Akıncıların uğradığı haksızlık ve rasathanenin yıkılışı, milli ruhtan, akıldan ve adaletten uzaklaşmanın bir imparatorluğu nasıl çöküşe götürdüğünün acı vesikalarıdır.
Bugün Anıtkabir'de yaşandığı iddia edilen olayların doğruluğu ne olursa olsun, yarattığı tartışma ortamı dahi bir uyarı niteliğindedir. Çözüm, suçlayıcı bir dille kutuplaşmayı derinleştirmek değil, aklıselim ile ortak bir zeminde buluşmaktır.
Ordu, Emniyet, Yargı gibi devletin temel direği olan kurumlar, günlük siyasi çekişmelerin üzerinde tutulmalıdır. Bu kurumların onurunu ve itibarını korumak, tüm siyasilerin ve vatandaşların ortak görevidir.
Ortaya atılan iddialar, "yoktur" denilerek geçiştirilmek yerine, tüm yönleriyle, şeffaf bir şekilde kamuoyunu tatmin edecek şekilde aydınlatılmalıdır. Kurumlar arası diyalog kanalları sürekli açık tutulmalıdır.
Devlet yönetiminde liyakat esası, her türlü aidiyetin önünde gelmelidir. Devlete sadakat, şahıslara veya dar gruplara değil, anayasal düzene ve milletin bütünlüğüne olmalıdır. Tıpkı Osmanlı'nın son dönemlerinde liyakatsiz atamaların ve kişilere sadakatin devleti nasıl zayıflattığı gibi.
Genç nesillere, Akıncıların ruhunu, Takiyüddin'in ilim aşkını ve Milli Mücadele'yi zafere taşıyan birlik ve beraberlik ruhunu doğru bir şekilde anlatmalıyız. Milli ruh, hamasi nutuklarla değil, adaletle, liyakatle, bilimle ve ortak değerlere sahip çıkmakla yaşatılır.
Devletin teminatı, ne sadece silahlı gücü ne de bürokratik yapısıdır. Devletin asıl teminatı, kurumlarına güvenen, ortak bir milli ruhta birleşmiş, adalet ve liyakatle yönetilen, tarihinden ders alıp geleceğe umutla bakan şanlı milletimizin kendisidir. Köprüde kırılan onur da, yıkılan rasathane de, Anıtkabir önündeki bir anlık şüphe de aynı büyük kaybın habercisidir: Milli vicdanın ve ortak aklın yitirilmesi.
Siyasal tercihlerimiz ve olaylara bakış açımız ne olursa olsun bu yola girilmesine asla izin verilmemelidir.