“Bilgi” yi Küçümseme “Bilim” i Değersizleştirme (Nafile) Çabası

Hemen herkesin çok kullandığı ya da duyduğu bir söz, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz” özlüsözü. M.Ö 5. Yüzyılda yaşamış Çinli düşünür Konfüçyüs’ün ilk kez “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak tehlikelidir” biçiminde tarihsel seslenişiyle günümüze dek önemi ve değeri artarak gelen rehber alınası bir söz. Ancak ne yazık ki ülkemiz için aynı ölçüde içselleştirildiği ve anlamına uygun davranış geliştirildiği özellikle kimi yöneticiler için pek söylenemez!

Işıklarda uyusun; Uğur Mumcu 1990’lı yıllarda bu sözü toplumsal ve siyasal yaşamımıza tekrar sokarak bilimin, öğrenmenin, kısacası bilginin nesnelliğini öne çıkarıp hurafenin-dogmanın-dedikodunun- söylentinin- “yaygaranın” ve metafiziğin önünü kesmek, karanlığı yarmak, toplumu bilimin ışığında aydınlatmak çabasının vaz geçilemez olduğunu vurgulayarak, başta gazeteci-yazar-aydın olmak üzere siyasi kimliklere ve toplumsal önderlik savındaki herkese kulaklarda küpe olması için yineleyip durduğu ilkesellik...

Ne var ki bilgi kirliliğinin yoğunlaştığı yıllardan sonra ülkemiz, “bilgi” ve “bilim” karşıtlığı denilebilecek düzeysizliğe sürüklendi. “Bilgi” ve “bilimin” ucuzladığı/ucuzlaştırıldığı/değersizleştirildiği bir dönemden geçmekteyiz. İktidar/yönetim merkezli anlayışların eşgüdümünde bilimden yeterince payını alamayan/almayan kadroların, dahası bilim karşıtı “güruhun” yaygınlaştırılarak eğitim-bilim-kültür-sanat sürecine dahil edilmesi, giderek egemen olmaları diğer devlet aygıtlarına da hızla yansımaya başladı. TRT’den RTÜK’e dek, yüksek yargı kurumlarından TBMM’nin değişik komisyonlarına, MEB’den kimi devlet üniversiteleriyle birlikte vakıf üniversitelerine yaygınlaşan bir “liyakatsizlik” /yetersizlik/ucuzluk ve elbette “çapsızlık” denilebilecek bir ukalalık, bilimi/bilgiyi kemirme hız kazanmış durumda!

Bundan pek de bağımsız olmadığını düşündüğüm yazılı ve görsel basının iradesinin tekelleşmesiyle algı oluşturma süreci hızlandırılarak “bilgi” ve “bilime” /sosyolojiye uygun davranma eylemi, “itibar” yitimine uğratılarak önemsizleştirildi. Bilim karşıtı söylem ve eylemlerin/uygulamaların ardı arkası kesilmeden özellikle örgün ve yaygın eğitim kurumlarında alışkanlığa/teamüle dönüşmesi, MEB ve devlet yönetimine egemen olan -devlet olan hükümetin- yetki ve sorumluluğu (sorumsuzluğu demek daha doğru) altında yapılmakta. (Bu bağlamda kimi yazılarımda da sıkça yinelediğim aslında bir “hata” ya da bir “yanlış” yapan iktidar eleştirisi, yavan ve yetersiz bir yakınma diye düşünüyorum. Bilinçli ve yüz yıllık stratejinin son görünümü ve uygulaması diye bilim ve aydınlanma karşıtlığına bakmak daha doğru olacaktır.)

Sosyal gelişmeler ve olumlu ya da olumsuz değişim-dönüşüm bir süreç dahilinde oluşur. Sürecin iklimi, koşulları, dönemsel etkenler, yetki ve erk, sonucu etkiler. Bu aşamada bilgi’nin ve bilimin toplumsallaşıp yaygınlaşması belirleyici olacaktır. Çünkü, “bilen aldanmaz” sözü genellenemez olsa da önemli bir etkendir, büyük bir güçtür. Bunun önüne geçmek için gücü elinde bulunduranlar bilgi kirliliği yanında “kara propaganda” ile “yalan” ve “dolan” ile teknolojik olanaklarla toplumu yanıltmaya yönelirler.

Kuşkusuz, görece bir etkileme/sonuç alma çabası. Tamamen boş bir çaba olmadığı yakın çevremizdeki kimi örneklerden de anlaşılmakta. Az-çok bilgi’den yararlanmak isteyen halk kitleleri ve kimi samimi/dürüst çevre de rehavete düşerek kolaycılığa yöneldi sanki. Halkın değişik kesim ve sınıfsal geçişkenlik gösteren katmanlarınca bir direnme kültürü ile bilime daha sıkı sarılma beceri ve alışkanlığı kararlı biçimde sürdürülmesi gerekirken olanaksızlık ve dönem dönem beliren bir “yılgınlık virüsü” karşımızda! İlkesel karşı çıkış törpülenerek giderek azaltıldı ve kanıksanarak kabullenişe dönüştü. Bir “haber”, bir yorum spotuyla, gazete ya da sosyal medya görseliyle bilgiye ulaştığını, beslendiğini sanan geniş bir kesim derinliği olmayan izlenimleriyle nasıl olabilecekse düşünce üretimine katkı sunmaya yönelmekte. Okumadığı kitabın adından ya da arka kapak tanıtımından hareketle kitap ve yazarı hakkında kesin yargıda bulunabilen bir yüzsüzlük yaygınlaştı ve ayıplanmaz oldu nerdeyse!

(Kimi siyasetçi ve yöneticinin üstenci yaklaşımıyla sergilediği her şeyi bilen “bilgiçlik” tavrı ayrı bir yazı konusu.)

Yetersiz beslenen bir canlının zayıf ve güçsüz olması ne denli doğal ise bu tür “düşünce erbabı” olanlar da oldukça güçsüzdür, kolay savrulur, eğrilir-bükülür ve yıkılır! Örnekleri son günlerde yaygınlaştı ayrıca! Sadece “düşünce özgürlüğü” bağlamında hoş görülebilecek bir “fantezi” o kadar.

Ben buna “medyatik beslenme” diyorum. Oysa bir düşünceye varma bir süreç gerektirir. Bireyin kendini geliştirerek çevresine, toplumuna ve dünyaya farklı açılardan bakabilme, olay ve olgulara duygularıyla ve ön kabulleriyle değil bilinçle yaklaşabilmesi gerekir. Beslenme, yani bilgi edinme; bu bilgilerden yararlanarak ilgili sorun ve konulara ilişkin “çözüm” olabilecek düşünce üretme becerisi ve buna bağlı söz ve eylem tutarlılığı gerekir. Bizim halk kültürümüzde ve geleneğimizde “işinin ehli” diye çok öğretici bir söz vardır, günümüzde çok savsaklansa da. Basit tanımıyla, işin ustası; beceri, birikim ve donanımıyla, eğitimiyle yeterli, uzmanlaşmış…

Bir de bilimin/aydınlanmanın gücüne “uyum” sağlayamayan kişi ve anlayış temsilcileri var ki kanser hücreleri gibi. Kendi yoz ve yobazlıklarını çevrelerine yayıp karanlığı büyüten, kandan beslenen vampirler gibi; ışıktan/aydınlıktan korkan yarasalar sanki. Pek “demokratik” kurul ve komisyonlarıyla bilgi ve bilimi kendi öznel çıkarlarına alet ederek yine aklın ve bilimin, aydınlanmanın önüne taş koyup engel olanlar; tarih sizi not ediyor, hesabını da sorar elbet!

-Yarınlar Güzel Olacak-