DEMİRCİNİN OĞLU

Londra’da 1800’lü yılların başında 13 yaşındaki bir çocuk telaffuz problemleri yüzünden öğretmeninden şiddet görür ve annesi tarafından okuldan alınır. Yoksullukla mücadele eden bir ailede yaşayan bu çocuğun babası, sağlık problemleri sebebiyle düzenli bir gelir elde edemez. Öyle ki aile bireylerinin kimi zaman bir somun ekmekle bir hafta dayanması gerekir. Anne, okuldan aldığı oğlunu başka bir okula göndermez ve aile ekonomisine katkı vermesi için oğlundan çırak olarak çalışmasını ister. 

Riebau adında bir kitapçı 13 yaşındaki bu yoksul çocuğu çırak olarak kabul eder. Günümüz eğitim sisteminde 7. sınıfa denk düşen bir eğitim alabilen çırağın önünde, eğitime devam etse dahi ulaşamayacağı kadar çok ve çeşitli bir yığın kitap vardır artık. 

Belki de okuyamamanın verdiği eksiklik ile çırak, kitaplara karşı aşırı ilgi gösterir. Kısa sürede kitap ciltlemeyi öğrenir. Akademisyenlerin ciltletmek için getirdiği makaleleri, tezleri gündüz ciltler; ertesi gün teslim etmeden önce geceleri okur.  Kendine ait olmasa da önünde eşsiz bir hazine vardır. Ve ustası Riebau onun bu hazineyi kullanması konusunda oldukça anlayışlıdır. Çırak zamanla okumakla yetinmez. Notlar alır. Kitaplardan öğrendiklerini test ederek denemek için dükkânın arka tarafında küçük bir laboratuvar kurmak ister. Ve bu istek de ustası tarafından geri çevrilmez. Çırak bulduğu her fırsatta okur, deney yapar ve not alır. 

“İyilik yapmak yetmez. İyiliği zarafetle yapmak gerekir.” 

Riebau, çırağının notlarını alır ve bir müşterisine gösterir. Müşteri notlardan etkilenince önemli bir bilim adamının düzenlediği bir gösteri için bir davetiye ayarlar.  Çırak bu gösteriye katılır ve bilim adamının gösteride söylediği her şeyi tek tek not alır. Kendi aldığı notlarla beraber tam 300 sayfalık bir doküman oluşturup ciltleyerek bilim adamına gönderir. Ve külkedisi masalındaki gibi beklemeye başlar bilim adamının kendisini aramasını. Demircinin ilkokul terk oğlu bir rüyaya uyanmak ile bir rüyadan uyanmak arasında hiç bitmeyecekmiş gibi heyecanla bekler. 

“Bir gün gelir; açmaz dediğin çiçekler açar, gitmez dediğin dertler gider, bitmez dediğin zaman biter.”

Bir gün bilim adamının laboratuvarında bir patlama gerçekleşir ve bilim adamı geçici bir görme kaybı yaşar. Akademik çalışmalarına devam edebilmek için bilimden anlayan, not tutabilecek bir asistana ihtiyacı doğar. Ve aklına kısa bir süre önce kendisine notlar gönderen ciltçi çırağı gelir. Huzurla izlenebilecek bir filmin senaryosu gibi… 

“Hayal etmek ile başlar her şey.” 

Hayal ederek başladığı yolun rüyaya dönüşmesi bilim adamının daveti ile gerçekleşir. Çırak artık İngiliz Kraliyet Cemiyetinde asistan olur. Ve aynı azim ile devam ettiği filmin sonunda, sayısız buluş ile kendini bilim dünyasının tepesinde bulur. Bugün kullandığımız bütün elektrikli aletlerin çalışmasına olanak sağlayan elektrik motorunu, jeneratörü ve daha nicelerini bulur. Buluşlarının patentini alıp yüzyıllar boyu sürecek bir teknoloji hükümdarlığı kurabilecekken bunu yapmaz. Belki de kendisinin olmayan kitapları kullanımına açan ustasına saygıdır buluşlarını bilimin hizmetine koşulsuz sunmasının sebebi.

Kim bilebilir ki ‘belki’yi? 

Çırak geldiği yeri hiç unutmadı ve dünyevi unvanlardan hep uzak durdu. Kraliçe’nin Şövalyelik unvanı teklifini “Michael Faraday olarak kalmalıyım” diyerek geri çevirdi. İngiliz Kraliyet Cemiyetine başkan olmayı iki kez reddetti. Devlet töreni ile defnedilme teklifini kabul etmeyip arkadaşlarının düzenleyeceği sade bir tören ile gösterişsiz bir yere gömülmeyi talep etti. 1867 yılının Ağustos ayında hayata gözlerini yumdu ve sade bir törenle defnedildi. 

Riebau’ya gelince maalesef onun hakkında fazla bir bilgimiz bulunmuyor. Faraday ile dostluklarının en azından bir müddet daha devam ettiğini günümüze ulaşan bazı mektuplardan biliyoruz. Ancak onun hayatı gizemini koruyor, filmin en gerekli yerinde sahne alıp esas oğlanı kurtaran tüm gizli kahramanlar gibi.