DÜŞÜNMEK ÖZGÜRLÜKTÜR!

Bir devlet, yönetimsel gücünü ve aklını, ekonomik varlığını tükettiğinde, kendinin de inanmaya başladığı yalanlarla “vatandaşını düşmanlaştırır, tebasıyla kavga eder” hale gelir. Aslında yönetim, etkinliğini yitirdikçe, zayıfladıkça, “hiçleştikçe” şiddeti, baskıyı artırır, sorunlarla ilgilenmez, salt kendini düşünür. Kimi bilge kişiler, gerçeği, yapılan yanlışlıkları, haksızlık ve hukuksuzlukları anlatmaya, yönetimi uyarmaya; halkın çıkarlarını doğru, güzel, koruyucu sözlerle duyurmaya çalışırken, bilgelerin uyarıların kulaklarını tıkayıp kendilerine tehdit gören padişahlar, kırallar, diktatörler, uyaranları ya zindana, ya sürgüne, ya da “kellesini urun” diyerek darağacına gönderirlerdi. Özgürce düşüncelere katlanamazlardı.

Tarih boyunca kırallar, şahlar, padişahlar, baskıcı yönetim yanlıları, diktatörler “eleştirilmekten, yanlışlarının, eksiklerinin söylenmesinden, kendisine direnilmesinden ve karşı çıkılmasından hoşlanmadılar, insanların bildiklerini, düşündüklerini, yaşadıklarını özgürce yazılı, sözlü ve görsel olarak anlatmalarından rahatsızlık duydular. Baldıran zehri içirilerek öldürtülen Sokrates’ten bu yana “düşünenlere, düşüncelerini söyleyenlere en ağır cezalarla en ağır bedelleri ödettiler. İmam-ı Azam’ı zehirli şerbetle öldürürlerken, Buruno’yu ateşlerde yaktılar, Hz. Muhammet’i Taif’te  taşlattılar, Hz. Hüseyin’i “biat etmediği” için Kerbela’da katlettiler.

*

Osmanlı 16. Yüzyıldan çökene kadar, halkıyla, aydınıyla, din adamıyla kavgalıydı. En güçlü olduğu zamanda yüz beş yıl süren “Celali” diye adlandırılan isyanları yaşadı. İçselleştiremediği mezhepleri, toprağa yerleştiremediği aşiretleri dışlayarak, türlü-çeşitli fetvalarla, fermanlarla, olmayan suçları iftira olarak atıp düşmanlaştırdı ve onlarla savaştı, binlercesinin “kellesini vurdu”, binlercesini de yerinden yurdundan ederek Suriye’ye, Mısır’a, Libya’ya; Rakka’ya, Taif’e, Fizan’a, Girit’e, Midilli’ye, Sakız’a, Rodos’a, Kıbrıs’a, Sinop’a sürdü. Kimi çöllerde ölüp gitti, kimi zindanlarda, kimini de boğdurarak can verdirdi.

Osmanlı, anlamak için tebasına, “derdin ne be kardeşim, ne istiyorsun” diye sormadı. Osmanlı sormadı da, biz, yirmi birinci yüzyılda, yanımızda, yöremizde olanlara, kardeşlerimize, eşimize, dostumuza, arkadaşlarımıza ve halkımıza “ne diyorsun, ne anlatıyorsun, ne istiyorsun” diye soruyor ve anlamak için “d i n l i y o r muyuz? Anlamadan, dinlemeden kafamızın içindeki düşünce ve inanç kalıplarına insanları dökerek suçluyor, yargının önüne çıkarıyor; bağışlıyor ya da dost-arkadaş oluyoruz.

Cumhuriyet’te de benzer önyargılar, sürgünler ve atamalar yapıldı ve hala da yaratılan korku ve baskıyla bu endişe ve kaygılar “yönetim yöntemi” olarak sürdürülmektedir.

Kimi aileler, guruplar, etnik kimlikler halinde yurt dışına gönderildiği gibi kimileri de Doğu’dan Batı’ya, Batı’dan Doğu’ya sürüldüler. “Mübadiller” konunun dışındadır.

*

Devlet, toplumun örgütlenmesidir. Halk, yapamadığı, başaramadığı işlerin altından çıkmak, üstesinden gelmek için “devlet” denen örgütü kurmuştur. Zamanla “güçlülerin eline geçen devlet”, halkını dışlanmış, hakkı, hukuku, özgürlükleri, ihtiyaçları, sorunları, sıkıntıları görmezden gelmiştir. Ondan sonra güçlülerin örgütü olarak görev yapmıştır. / Kimi iddialar, “bizim devletimiz adildir. Bizim devletimizde haklı olanlar güçlüdür” savları palavradan, yalandan öteye gitmezler. Hep güçlü olanlar haklı olmuş, hep güçlü olanların adaleti uygulanagelmiştir. Hep birilerini “inandırmak, kandırmak için de, bizim devlet inancımızda haklı olanlar güçlüdür” savı kullanılmıştır, hala da bu savı kullanılıyor ve inanıyoruz.

Sürgün ya da zindan veya ölüm cezaları siyasetin istemediği insanlara “atfettiği suçların” mahkumiyet bedelleridir. Jön Türkler, özellikle II. Abdülhamit’in, “sesini ve düşüncelerini” duymak istemediği insanlardır. Onları İstanbul’dan üç bin km. uzaklıktaki Fizan’a, “çölün ortasında, tüm yaşam koşullarından yoksun bırakarak “yaşamaya mahkum” etmiştir.

İnsanlığa soluk aldıran, bugünkü gelişmeleri borçlu olduğumuz insanları, bilim ve düşünce adamlarını, sanatçıları, peygamberleri, kimi din yorumcularını yok edenler, sürenler, öldürenler, boğduranlar, yakanlar, taşlatanlar, darağacına çekenler, zindanlarda çürütenler, insanlığın sesini, soluğunu kesenler siyasiler, devlet adına yönetenler olmuştur.

Bugün insanlık bir yerde ise, o sesi kesilen, düşünceleri boğdurulmaya çalışılan o kahramanların sayesindedir. Bir düşünün, araştırın, öğrenin özgürlüklerinden yoksun bırakılan o değerli, o önemli insanları. Onlar olmasaydı bugün insanlık nerede olurdu?

*

Öğrenen öğrendi “kelimelerin silahlardan güçlü olduğunu.” En modern silahlarla donatılmış orduların, jandarma ve polis gücünün düşüncenin önünde duramayacağını, düşüncenin ve bilginin durdurulamayacağını anladı. Hala öğrenip anlamayanlar yasalarla yargıçları, savcıları da düşünce suçluymuş gibi peşine taktılar. Binlerce yıldır yaratılagelen hangi güç, hangi özgürlüğü, hangi gelişmeyi, hangi ilerlemeyi, hangi düşünceyi durdurabilmiştir ki bu saatten sonra da yasalar engel olabilsin! / “Kesintiye uğratılan her adalet ve özgürlük mücadelesi kendi kahramanlarını yaratır, engel olanları da tarihe kara harflerle yazdırır.”

Sevgiyle, esenlikle kalınız…