Doğu Karadeniz…
Yaylalarının sisleri, denizinin hırçın dalgaları, insanının bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle her zaman ayrı bir yerde durur.
Ama bu coğrafyada bile zaman değişti; iş hayatının yükü, tüketim kültürünün dayatmaları ve global reklam ağlarının görünmez zincirleri bölgenin ruhunu da zedelemeye başladı.
Sabahın erken saatlerinde balıkçı teknelerinde ya da fındık bahçelerinde başlayan mesai, şehirlerde devlet dairelerine ve özel sektör ofislerine kadar uzanıyor.
Gün boyu süren yoğun tempo, üst üste yığılan sorumluluklar…
Derken stres, bölge insanının da gündelik hayatına kalıcı bir misafir gibi yerleşiyor.
Ve bu sadece bireysel bir mesele değil; tüketim toplumunun, küresel sermayenin ve medyanın yönlendirdiği bir iş kültürünün doğrudan sonucu.
Bir zamanlar "bir çuval mısır yeter" diyen ninelerimizin yerini, dört duvar arasında sürekli çalışan, kazandığı yetmeyen, yetse de mutlu olamayan bir nesil aldı.
Çünkü her şey daha fazlasını istemeye programlı: Daha iyi telefon, daha yeni araba, daha şık kıyafetler…
Global reklam ağları her köşe başında bize şunu fısıldıyor:
“Yetmez, daha çok çalış, daha çok tüket, daha da yorul.”
Ve böylece Doğu Karadeniz’in mert insanı, farkında bile olmadan küresel emperyalizmin modern kölesine dönüşüyor.
Ürettiği yetmiyor, tükettiğiyle değer buluyor; emeğinin karşılığını değil, gösterdiği markayı konuşuyor.
İşyerlerinde zaman baskısı, iletişim eksikliği, takdir yoksunluğu derken; bireyler sadece bedenen değil, ruhen de tükeniyor.
Öyle ki; doğaya bakarken, Denizi seyrederken bile aklı mail kutusunda kalanlar, yaylada yürürken dahi iş mesajı bekleyenler var artık.
Eğitimde yıllarını öğrencilerine adamış öğretmenler, sağlıkta pandemiyle mücadele eden doktorlar, hemşireler...
Hepsi bugün, sessiz bir isyanın içindeler.
Sosyal medyada yankılanan cümleler ne kadar tanıdık:
“Artık çalışmaktan yaşadığımı unuttum.”
“Tatile çıksam da dinlenemiyorum, çünkü sürekli bir şeyler eksik.”
Bu döngü bireyin hatası değil; sistemin bilinçli kurgusudur.
Emperyalist düzen, tüketim toplumu kimliğini önce kitlelere giydirir; sonra da onların hayat enerjilerini sömürür.
Ve bizler çoğu zaman buna gönüllü oluruz; fark etmeden, sorgulamadan…
Oysa bu coğrafya bize başka bir şeyi öğretti:
Horon bir kişinin değil, bir topluluğun işidir.
Doğa ile kavga edilmez, ona uyum sağlanır.
Çalışmak kutsaldır ama çalışmak için yaşamak değil, yaşamak için çalışmak gerekir.
Bugün Doğu Karadeniz insanı için asıl mücadele, sadece geçim derdiyle değil, bu görünmez sömürü düzeniyle de yüzleşmektir.
İş hayatında stresin gölgesinden çıkabilmek için önce bu bilinçle hareket etmek gerekir.
Önceliklerimizi yeniden belirlemek, zamanı doğru kullanmak, gerektiğinde "hayır" diyebilmek; ruhumuzu tüketim canavarına kaptırmamak için küçük ama hayati adımlardır.
Ve unutulmamalıdır ki; dalgalar Karadeniz’de hiç durmaz.
Ama asıl mesele, dalgalarla değil, kendi içimizdeki fırtınayla nasıl başa çıktığımızdır.
İş hayatında da, özel yaşamda da, önce kendi denizimizin kaptanı olmayı öğrenmeliyiz.
Yoksa stres, sadece gölgemiz değil, gerçeğimiz olacaktır.