ONUNCU KÖY…

Yalan, zeka işidir. Dürüstlük ise cesaret… Eğer zekan yetmiyorsa  yalan söyleme ve cesaretini kullanıp dürüst olmayı dene.(*)

“Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar” özdeyişi, bir boyutuyla “Doğru söylemek erdem olsa da sonunda hep cezalandırılır” demektir!  Ama olsun yine de biz; “Onuncu köy mutlaka bulunur” der arayışımızı sürdürürüz.

Oysa o kadar kolay değildir onuncu köye ulaşmak… dokuz köyden kovulma serüveni onca yürek çilesini bağrında taşır ve daha niceleri göze alınarak sürdürülebilir! Hele birde; sizi bu yönde özendirip yönlendirenler yalanın ardına saklanıp, dokuz köyün tümünde, zevk-ü  sefa içinde yaşam sürdürürken!

Doğru olabilmenin, üç temel koşulu vardır. Bunlar; Bilgi, Duygu ve Davranıştır. Örneklemek gerekirse, Devlet malı yemenin ve rüşvet almanın kötü bir şey olduğunun bilinmesi, toplumun ya da çoğunluğun çıkarları açısından doğru bir şeydir… Devlet malının sakınılması, rüşvetin engellenmesi doğru bir davranıştır… Devlet malının yağmalanması ve rüşvetin alınır-verilir olması durumunda suçluluk hissedilmesi ise doğru bir duygudur.

Fakat her zaman “Bilgi-Davranış ve Duygu” birbiriyle uyum içinde olmayabilir. Ama ne olursa olsun sonuçta, doğruluğun temel içeriğinde , bu değişmez üç olgu bir arada olmak zorundadır.

Konu yalan sözcüğünden açılmışken, Nietzsche’nin bu konuya ilişkin özlü cümlesini söylememek olmaz;

“Lütfen insanoğlundan yalanı almayın. Aksi halde insan yaşayamaz…

İnsan yalanla yaşar. Hayallerini almayın. Efsaneleri yok etmeyin. Gerçeği söylemeyin, Çünkü insan gerçeklerle yaşayamaz!

Ebedi gerçeklik olmadığı gibi, mutlak doğru da yoktur.”

Denilebilir ki duymak istemeyenden daha sağırı, görmek istemeyenden daha körü yoktur… Kişiyi ya da olayları görmenin ve duymanın ilk ve değişmez koşulu duyarlılıktır .Geçmişte karanlık ve fırtınalı gecelerde, bir geminin kayalıklara çarpmaması için, nasıl ki; deniz feneri yanıp-sönerek işaret veriyorsa, özgürce düşünebilen ve bu düşüncelerini akıl süzgecinden geçirebilen bir insan da yaşamında, bilim ve felsefede gerekli gördüklerinin aydınlığında dogmaları ayıklayarak yararlanabilmelidir.

Zaman zaman, işe ya da randevumuza geç kaldığımızda gerçeği söylemektense, trafik sıkışıklığını öne sürmek çoğu kez hepimize iyi gelir!.. Ayrımsız herkesin karşısındakini kırmamak adına gayet iyi bildiği, Beyaz ya da Pembe yalanlar mutlaka bulunur. Hani arkadaşımız bir giysi almıştır ya da sacını kestirmiştir. Kötü olmuş diye düşünürsünüz ama “Çok güzel, ne kadar da yakışmış” der, arkadaşınızın moral değerlerini diri tutarsınız... Bir an aklınızdan, ”ben nasıl bir dostum ki, arkadaşıma gerçeği söylemekten sakınıp, onu aldattım. Oysa ona gerçeği söyleyip eksiğini düzeltmesinde yardımcı olmalıydım” demek geçer, ama onu üzmek ve kaybetmek korkusuyla susarsınız

Yalan dahi olsa insan doğası gereği takdir edilip önemsenmek ister… “ İyi ki varsın, Sen Allah’ın bir lütfusun, Sensiz hayat çekilmez olurdu…” benzeri övgü yoğun cümlelerin gerçekle uyumuna bakmaksızın hep duymak ister, ta ki bir şeylerin ters gidişine değin sürer bu iltifatlar ve ipler koptuğunda kopar kızılca kıyamet!

Öykü bu ya; Her zaman gittiği bara coşkuyla giren yaşlı adam, daha önce çalışan garson kızın yerine bir başkasının çalıştığını görüp önce çok yadırgamış, ama ardından cesaretini toplayıp garson kıza “uzun zamandır gördüğü en güzel kız” olduğunu söylemiş. Garson kız yaşlı adamı şöyle bir süzmüş, ardından tüm kibiriyle, burnu havalarda “üzgünüm ama övgünüze aynı şekilde karşılık veremeyeceğim.” Diyerek tersler.

Yaşlı adam sakin bir şekilde “Peki o zaman sen de benim yaptığımı yapamaz mıydın tatlım? Doğru değil de yalan söyleyemez miydin?” diyerek sonnokta yı itinayla koyuvermiş!

(*) – Victor Hugo