TARİHİ YARGILAMAK

Tarihi yargılamak neden en büyük hatamızdır?
Cebimizdeki akıllı telefonlarla saniyeler içinde dünyaya bağlandığımız, insan haklarının evrensel bir değer olarak kabul edildiği, bilimin evrenin sırlarını araladığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bu konforlu ve aydınlık zirveden geçmişe, yani atalarımızın yaşadığı o "eski zamanlara” bakıp onları yargılamak ne kadar da kolay, değil mi? "Ne kadar çaresizmişler," "Bunu nasıl düşünememişler?" veya "Ben olsam asla böyle yapmazdım!" gibi cümleleri ne çok kurarız. İşte bu, tarihe yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biridir: geçmişi, günümüzün gözlükleriyle seyredip bugünün bakış açısıyla yargılamak.
Tarih, bir yargı kürsüsü değil, bir anlama laboratuvarıdır. Amacı, "kim haklı, kim haksızdı" demekten ziyade, "o günün koşullarında insanlar neden böyle davrandı?" sorusuna cevap aramaktır. Bunu yapamadığımızda, yani anakronizm (geçmişi geleceğe bağlama) tuzağına düştüğümüzde, tarihin bize sunduğu en değerli dersleri kaçırmış oluruz.
Peki, neden bugünün bakış açısı geçmişi anlamada bize ihanet eder?
Her şeyden önce, bağlam faktörünü gözden kaçırırız. Her tarihi olay, kendi sosyal, teknolojik, bilimsel ve ahlaki ekosistemi içinde gerçekleşir. O ekosistemin kuralları, doğruları ve yanlışları bugünün dünyasından tamamen farklıydı. Onların bilgi birikimi, bizim sahip olduklarımızın yanında bir damla gibiydi. Bizim için "saçmalık" olan bir uygulama, onlar için o günün en mantıklı ve bilimsel çözümü olabilirdi.
Mesela; Osmanlı'da “kardeş katli “uygulaması,
bugünden baktığımızda bir padişahın, devletin bekası için öz kardeşlerini katletmesi bize korkunç bir canavarlık gibi geliyor. Modern ahlak anlayışımız, aile bağlarının ve yaşama hakkının her şeyin üstünde olduğunu söylüyor. Dini inancımız buna cevaz vermiyor. Ancak 15. ve 16. yüzyılın dünyasına gidelim. Devletler, hanedanın malıydı ve taht kavgaları, on binlerce insanın öldüğü, ülkeyi yıllarca süren iç savaşlara (Fetret Devri gibi) ve dış müdahalelere açık hale getiren en büyük tehditti. O günün devlet aklı için sorulması gereken soru şuydu: "Birkaç şehzadenin mi hayatı daha önemlidir, yoksa devletin yıkılmasıyla milyonlarca insanın can ve mal güvenliğinin tehlikeye girmesi mi?" Fatih Sultan Mehmet'in "Nizam-ı Âlem" için getirdiği bu yasa, bir canilikten değil, daha büyük bir felaketi önlemek için bulunan trajik bir çözümden doğmuştu. Bu, yapılanı onaylamak anlamına gelmez; ama o günün koşullarını ve önceliklerini anlamak anlamına gelir. Anlamadan yargıladığımızda, sadece "barbar" etiketini yapıştırır ve devlet aklının o dönemdeki acımasız mantığını görmeyi reddederiz.
Bir orta çağ hekiminin neredeyse her hastalığa "kan alarak" (hacamat) veya sülük yapıştırarak tedavi uygulamaya çalıştığını düşünelim. Bugünün tıp bilgisiyle buna gülüp geçebilir, "cahillik" diyebiliriz. Oysa o hekim, Hipokrat'tan beri gelen ve yüzyıllardır tek bilimsel gerçek kabul edilen "dört sıvı" (kan, balgam, sarı safra, kara safra) teorisine göre hareket ediyordu. Ona göre hastalık, bu sıvılardaki bir dengesizlikti ve fazla olan kanı vücuttan almak, dengeyi yeniden kurmanın en mantıklı yoluydu. O hekim, elindeki en ileri bilimsel veriyi kullanarak hastasına yardım etmeye çalışıyordu. Onu bugünün bilgisiyle yargılamak, torunlarımızın da bir asır sonra bizim kanser tedavi yöntemlerimize veya antibiyotik kullanımımıza bakıp "ne kadar ilkelmişler" demesi kadar anlamsızdır.
Atatürk Devrimlerine de bu bakış açısıyla bakılırsa sonuç ayni olur.
Bu tarihsel miyopluk, en çok kendi yakın tarihimizi yorumlarken karşımıza çıkar. Bugün, kurulmuş bir cumhuriyetin, oturmuş kurumların ve belirli bir refah seviyesinin konforuyla Atatürk’ün yaptığı devrimleri eleştirenler vardır. Harf Devrimi'nin bir nesli "cahil bıraktığını", Şapka Kanunu'nun "özgürlüklere aykırı" olduğunu veya bazı uygulamaların "tepeden inmeci" olduğunu söylerler. Oysa bu eleştiriler, devrimlerin yapıldığı o olağanüstü koşulları görmezden gelir: 600 yıllık bir imparatorluk çökmüş, ülke on yılı aşkın süren savaşlardan bir enkaz halinde çıkmış, okuma yazma oranı %10'un altındayken bunun da ezici çoğunluğu yeni harfleri bilmeyenlerden oluşmuş, toplumun ilerlemesini engelleyen dogmatik düşünce her yanı sarmıştı. O günün amacı, yavaş bir evrim değil, çökmekte olan bir yapıyı kurtarmak ve çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmak için atılması zorunlu, radikal adımlar atmaktı. Bu devrimler, birer tercih değil, tarihsel birer zorunluluktu. Onları 21. yüzyılın demokratik standartlarıyla yargılamak, o ölüm kalım mücadelesinin verildiği şartları ve bir ulusu yeniden yapılandırma iradesini yok saymaktır.
Anlamak, her zaman hak vermek değildir
Geçmişi kendi koşulları içinde değerlendirmek, o dönemde yapılan zulümleri, haksızlıkları veya hataları aklamak anlamına gelmez. Elbette kölelik yanlıştır, dinimizin amir hükümlerine rağmen kadınların ikinci sınıf görülmesi kabul edilemez, engizisyon mahkemeleri bir insanlık suçudur. Ancak bu eylemleri sadece bugünün ahlakıyla "kötü" olarak etiketlemek yerine, "Bu kötülüğü besleyen toplumsal, dini ve ekonomik yapılar neydi? İnsanlar bu sistemleri neden ve nasıl normalleştirdi?" diye sorduğumuzda, tarihten gerçek bir ders çıkarırız. Çünkü o zaman, benzer hataların gelecekte farklı kılıflarla yeniden ortaya çıkmasını önleme şansımız olur.
Tarihe bakarken bugünün gözlüklerini çıkardığımızda, karşımızda sadece hatalar ve zaferler görmeyiz. Kendi zamanlarının kısıtlı bilgisiyle, korkularıyla, umutlarıyla ve inançlarıyla hayatta kalmaya ve bir düzen kurmaya çalışan insanları görürüz.
Geçmişi yargılamak, bir aynaya bakıp sadece kendi yansımamızı görmektir. Oysa tarihi anlamaya çalışmak, binlerce farklı pencereden insanlığın serüvenini izlemek ve bu serüvenin bir parçası olarak kendi yerimizi daha iyi kavramaktır.
O zaman tarihteki yaşanmışlıkları kendi dönemlerinin şartlarına ve gerçeklerine göre değerlendirirsek doğrusunu yapmış oluruz.
Yoksa, gerisi boş kelam olur.