Zafer Haftası’nda Açmazlarımız

30 Ağustos Zafer Bayramı’nı 103. Yıldönümünde kutlarken kimi sorularla ve sorunlarla bir kez daha yüzleştik. TSK’nın halkımızla bütünleşip iç ve dış düşmanlara korku saldığı coşkulu kutlamalar, yerini hamaset yüklü protokol açıklamalarına bıraktı. Zafer Haftası nedeniyle yüzeysel geçen kutlamalar son gününde görüntüye ve gösteriye kaçan yanıyla, protokol yansımaları ve polemiklere ve ciddi tartışmalara konu olacak gelişmelerle günü kurtarma söylemine dönüştü.

Özellikle iktidar bileşenleri ve kimi muhalif çevrelerce tarihsel bağlamından uzak tutulan, günümüzdeki görev ve sorumluluklar yönüyle pek ele alınmayan bir bayram haftası gerçek anlamda bir yüzleşmenin hiç de yeterince yaşanmadığını ne yazık ki göstermekte! Oysa, “30 Ağustos bizim Türklerin en büyük bayramlarından biri ve zannediyorum ki yalnız bizim değil, insanlığın en büyük bayramlarından biri. Çünkü 30 Ağustos’ta ilk defa biz Türkler insanlığa, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı muzaffer olabilmenin yollarından birini gösterdik.” diyen ve Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazan büyük Türk ve Dünya şairi Nazım HİKMET, bu destanın giriş ve sonuç bölümünde de şöyle sesleniyordu:

“Onlar ki toprakta karınca, / suda balık, / havada kuş kadar / çokturlar; / korkak,

cesur / cahil, / hâkim / ve çocukturlar / ve kahreden / yaratan ki onlardır,

destanımızda yalnız onların maceraları

vardır.”

……..

Yokluk ve yoksunluktan varlık yaratıp düzenli ordusunu kuran Mustafa Kemal ve kurmay heyeti ulusumuzun desteğiyle bir ölüm-kalım savaşına girişti. 1919’dan 30 Ağustos’a ve 9 Eylül’e uzanan başarı Türk ordusunun halkımızla birlikte çelik iradesini ve yapısını da bir kez daha kanıtlamıştı.

Cumhuriyet tarihi boyunca da kimi istisna ve kişisel hainlikleri bir yana bırakırsak TSK’nın kurumsal geleneği sürdürülmüştür. Ancak bu gelenek özellikle son dönemde oldukça sarsıldı! Daha sonra gelen ya da gelebilecek tepkilere göre yeni “salvolarla” ve sözüm ona yasal düzenlemelerle ordunun hiyerarşisine müdahaleye geçildi. Buna koşut üst düzey atamalarda hak ediş ve ordu teamüllerine aykırı biçimde atamalarla ordu siyasi erkin bir aygıtı/uzantısı biçimine dönüştürüldü. Dokularıyla/genleriyle oynanan TSK artık Türk ulusunun, Türk yurdunun/vatanının iç ve dış düşmanlarından korunması için refleks/bilinç/kararlılık yitimine uğrayarak/uğratılarak siyasi iktidarın iki dudağı arasındaki kararı bekleyen ve kendi iradesi ve yaptırım gücü kalmayan bir teşkilata dönüştürüldü!

Kuşku yok ki bu süreç işletilirken son iki genelkurmay başkanının siyasete atılması/atanması etkili olmuştur. Artık itibar yitimine uğrayan/uğratılan bir ordu ve komutanı Anıtkabir’e girerken güvenilmez diye tanıtılacak ve bir polis memuru tarafından aranacaktı! -Bu arada kendisinin aranmasına izin veren generalin de varsa başka subay ve generallerin de düştüğü durum üzüntü verici olmaktan çok öte bir sorundur! Özellikle Genelkurmay Başkanlığı’nın tepki vermemesi/verememesi oldukça manidar/düşündürücü sayılmalı!-

Yakın tarihimize bakıldığında ordunun üst düzey komutanları örnek davranış ve tutumlarıyla iç politik merkezlere ve elbette yabancı ülke muhataplarına gereken tepkiyi TSK ve ulusumuz adına kararlı biçimde vermişlerdir. İsim vermekte bir sakınca görmüyorum; İsmail Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu, Mustafa Kemal ve TSK Komuta geleneğini söylem ve uygulamalarıyla sergilemişlerdir. Hele Kıvrıkoğlu’nun ABD Savunma Bakanı Yardımcısı Paul Wolfowitz’e haddini bildirip azarlaması büyük bir güven örneğidir. Ne olmuştu 1998 yılında bir anımsayalım:

Org. Kıvrıkoğlu, ABD’nin bölge ülkeleri için tehdit oluşturduğunu belirterek “Kerkük’ü de içine alan bir Kürt Devleti kurulması ve ABD’nin oraya girmesi söz konusu olursa müdahale edeceğimizi biliniz…” diye Wolfowitz’i uyardı. Bunun üzerine sinirlenen bakan yardımcısı, “Ben ABD Savunma Bakan Yardımcısıyım, benimle böyle konuşamazsınız” deyince, Kıvrıkoğlu, “Ben de Türk Ordusunun başıyım” dedi ve toplantıyı bitirdi. Kıvrıkoğlu, Vaşington ziyaretini iptal etti ve NATO döneminde ABD’yi ziyaret etmeyen ilk Genelkurmay Başkanı olarak tarihe geçti.

Kıvrıkoğlu’ndan önceki Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı hem ABD’nin hem de onun korumasındaki Fethullah Gülen’in ve eklentilerinin azılı düşmanıydı. Karadayı bir yandan ABD planlarına karşı durup engellerken öte yandan FETÖCÜ-İRTİCACI yapılanmaya da büyük darbeler vurarak ordudaki uzantılarını büyük ölçüde tasviye etmiş, Fethullah Gülen ABD’ye kaçmak zorunda kalmıştı!

Ne yazık ki son yılların siyasi yapılanmasıyla/iktidarıyla “uyumlu” bir ordu komutanlığı iç ve dış tehlikeyi, ülkenin bağımsızlığını, bütünlüğünü ve Cumhuriyet karşıtı yapılanmayı/ dönüşümü engellemekten çok uzak bir görüntü sergilemekte.

Unutulmamalı ki;

103 yıl önce ülkemizin bağımsızlığı için, özgür bir Türkiye için destan yazanlar, aynı zamanda emperyalist planın bozulmasını da sağlamışlardı. Bu plan kuşkusuz Sevr’di. Yüz yıl sonra aynı plan devrededir! Bugün de son çözümlemede Cumhuriyetimiz yeni bir yol ayrımında. O nedenle 2. Kurtuluş Dönemi denilebilecek bir direnme için, işbirlikçileri, tarikatları, feodal beyleri ve “çağdaş” talancıları alaşağı etmek için ve uygun strateji için en geniş birlikteliği sağlamak zorundayız!

-Yarınlar Güzel Olacak-