Özlem duruklara ulaşmaya görsün, pek çok şeyin hasreti  buram, buram tüter yürek ucunuzda!. Çoğu kez arayıp, ulaşmak istediğiniz üçü beşi geçmeyen yöresellik yüklü tatlar olur. Bulamadığınızda içiniz burkulur, bulduğunuzla da yetinmezsiniz.

Şimdilerde benim aklım Çiroz da, gerçi boğazına çok da düşkün biri değilim. Hem çiroza gelinceye değin arayıp özlemem gereken onca şey var ki… Ayrıca ben hiç çiroz yemedim ki!

Ama gelin görün ki aklım çiroza takıldı kaldı. Çocukluğumun balıkçı kasabalarında, hayal-meyal hatırladığım ipi dizili, istisnasız tezgahların yüksekçe bir yerinden aşağıya asılı, çokça rastlardık.  Bugünlerde diğer deniz ürünlerine olduğu gibi çiroz’a da yıllar var ki ulaşılmaz olduk.

Sordum, soruşturdum “Uskumrudan” yapıldığını söylediler. “Uskumru yok denecek kadar azaldı, fiyatı ateş pahası” diye hatırlatıp, istersem (Torik’in neslini kuruttuklarından) Palamuttan mamül!  lakerta konusunda yardımcı olabileceklerini …Lakerta’nın da; (sanki bir geçmiş zaman masalından bahseder gibi)ancak, Gürcistan’dan temin edilebileceğini  sıkıca tembihlediler.

Şimdi, öyle mekanlarda, öyle durumlarda, öyle insanlar biliyorum ki, bu satırları okuyunca “şimdi senin de çirozunun da…” diye veryansın edecekler. Bundan kuşkum yok!

Bir zamanlar Mussolini’nin İtalya’da tek adam “Duce” olduğu sıralarda, Faşist Diktatör, Kral Viktor Emanuel ile saray bahçesinde dolaşırken, Kral eldivenlerini düşürmüş.

Mussolini eğilip almış, silkeleyip Kral’a uzatmış… Emanuel o kadar teşekkür etmiş ki, Duce bir an şaşırmış kalmış. Ardından büyük bir merakla sormuş;

-Majesteleri, bu kadar önemsiz bir şey için bu kadar teşekküre ne gerek vardı ki?

Kral gülümseyerek yanıtlamış, Bana yapacak başka bir şey bırakmadınız ki! Demiş.

Ancak benim “çiroz tutkum” bu türden değil. Öylesini, daha birkaç gün önce ; Terör örgütleriyle mücadeleyi, masa başında Savaş Oyunu kurgulamak sanan ve“Teröristler dürüst dövüşmüyor; hendeklerden çıkıp bize tuzak kurdular!…”  diyerek  serzenişte bulunan ve bu dudak uçurtan performansı nedeniyle Dünya Savaş tarihine geçen bir yeni Tak-şak general söyledi?

Biliyorum, yine de bana inanmayacak, ardında bir şeyler arayacaksınız. Oysa, gerçekten canım çiroz çekiyor. Sadece çiroz’u bekliyorum. Godot size kalsın!.. Hem zaten Pakistanlı yazar Seyyit Ahmet’i okuyalı beri Godot’u beklemek hepten anlam yitirdi.

Seyyit Ahmet, Batılı kafanın beklediği Godot’un, Doğulunun bekleyişi yanında nasıl cüceleştiğini, bir solukta zihninize nakşediyor.

“Doğu’lu da bekler. Ama nasıl?” diye sorgulayıp öykünün özüne inen yazarımız;

“Hindistan’da bir mezhep vardır. İnsanları Güneş’e tapar. Adam gün doğmadan kalkar, nehir kenarına iner, oturur.

Doğu’ya döner ve Güneş’in doğmasını bekler… Güneş doğar. Batıncaya kadar, gözlerini kırpmadan ona bakar.

Ertesi ve daha ertesi gün yine aynı şey…

Haftalar, aylar ve yıllar böyle geçer. Adam, gözlerini kırpmadan, doğuşundan batışına kadar, oturmuş Güneş’e bakar… bakar.

Sonra, bir gün Güneş’in pırıl pırıl, yaktığı bir gün…ayağa kalkar ve mutlu, kavuşmuş, bir sevinç ve şükran dansına başlar.

Dileğine ermiş, KÖR olmuştur…

Böylesine bir bekleyişin yanında Godot’u beklemek ne ki?”

Şimdi siz hak verin; Bu arada, çiroz’un lafı mı olurmuş.

Güzel bir hafta dileklerimle…