Ne de güzel betimlemiş Nazım usta… Ne kadar da günümüzle örtüşen!

“… Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içinde olup deryayı bilmeyen balıktan tuhaf.

Ve bu dünyada bu zulüm senin sayende…

 Ve açsak, yorgunsak, al kanlar içindeysek ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak,

Kabahat senin demeye dilim varmıyor ama,

Kabahatin çoğu senin, Canım Kardeşim…”

Diye seslenerek; yaşamı kaygı ve korkularına katık edip tüketenlerle… yaşamı çoğaltıp zenginleştirmek isteyenlerin asırlardır süren çelişkisini gözler önüne sermiş..

Toplum içinde yüreklerinin sesine kulak veren insanlar haksızlıklar ve eşitsizlikler karşısında direnip, bedelleri ne denli ağır olursa olsun sürekli bağımsızlık ve onur mücadelesi verirken, birileri halen bağımsızlık ve onuru kendileri için bir büyük yük olarak görebiliyorlar!

Küresel algı saldırıları sonucunda!.. Öylesine bir toplumsal ve bireysel ilişkiler ağı cenderesine girmiş bulunuyoruz ki,  En temel İnsan ve Yurttaş Hakları dahi taşınması riskli bir yük olarak algılanıp, rahatlıkla göz ardı edilebiliyor? Böylesi bir algı-korku sürecinde, bu yükün! Altında kalmamak adına “gerdan kırıp” boyun eğmek “yol yorgunları” için bir seçenek olabilir!

Boyun eğerseniz… insani ve toplumsal sorumluluklarınızdan kolayca soyutlanır, belki de görece rahatlarsınız.

Ya da, onurlu bir yurttaş bilinci ve kararlılığıyla tüm olumsuzluklara karşı direnip, ”ben insanım haklarım var” deyip kendinizi gerçekleştirirsiniz. Ve bu sizin insan onuruna yaraşan yaşam standardınız olur. Kuşkusuz çokça bedel ödersiniz, yorulursunuz, sürülürsünüz, dışlanırsınız ama gerçek bir yurttaş olursunuz.

Kendilerini geliştirip yetkinleştirmekten nasiplenmemiş olanlar, gerçeklerden kaçarak özgür kalacaklarını savlamışlardır hep!.. Oysa bilmezler ki, vazgeçip öteledikleri gerçek özgürlükleridir.

“Şekli özgürlüğü” esas alıp, ”dümenden” demokrasi havariliğine soyunanların kurguladığı halüsinasyon ortamında mütareke basınına özenenlerin yeri de haliyle, büyük bir törenle merkeze taşınıp kendileri halkın birikimleriyle ihya edilmişlerdir!  

Medya çağının yılmaz silahşörleri! Özellikle demokrasinin biçimi ve özünü birbirine karıştırarak, gerçekleri tersyüz edip gazetecilik yaptıklarını dönemsel de olsa pekala yutturuyorlar!

Ya bizler?.. İçtiğimiz su, soluduğumuz hava denli gereksindiğimiz demokrasiyi ve onun yaşamsal değerlerini savunmak adına, zaman zaman demokrasinin budanıp “iğdiş” edilmesine kayıtsız kalıp, zaman zaman da güya “aidiyetimizi koruma adına!” demokrasinin olmazsa olmaz ilkelerini savunamaz (savunmaz)duruma düşmüyor muyuz?

Oysa yıllar öncesinden benzeri aymazlıklar karşısında Jean-Paul Sartre;

“ Düşüncelerimizi satılığa çıkartmadığımı göstermek için,

Daha yüksek sesle HAYKIRMAK zorundayız.” Diye önerir…

Peki öyleyse bu sessiz kabulleniş neyin nesidir?

Özgürlük-Bağımsızlık ve Onurun işportaya çıkarıldığı iklimlerde sevgi yeşermez dostlarım. Sevginin olmadığı yerde ise yaratıcılık ve dayanışma gelişemez.

Yaratıcılığı, Dayanışmayı ve Onuru öteleyen uluslar ise yok olmaya yargılıdırlar…