Dünyada geçen yüzyıl ve giren yeni asırda, devlet adamlığı takdir edilen ya da eleştirilen ender liderlerin en önünde Atatürk gelmektedir. Öyle ki; batı medeniyetinin temsilcileri, bir taraftan ona yenilmenin üzüntüsü ve şaşkınlığını yaşarken, diğer taraftan, yenildikleri liderin sıradan bir insan olmadığını kabul ederek, onu takdir edip, muhteşem bir lider olduğu konusunda fikir ayrılığı yaşamamaktadırlar.

            Batı, Atatürk’ün kendi değerlerine ait birçok gelişmiş uygulamayı alıp, kendi ülkesinin şartlarına göre uygulamasını yeterli görmüyordu. Onların yaklaşımı, hemen her alanda batının değerlerini, maddi ve manevi alandaki uygulamalarını alıp milli yapıya uyarlamadan uygulamasını istiyorlardı. Ama öyle olmadı. Özellikle dini ve milli konularda Atatürk batının istek ve beklentilerine en küçük bir taviz bile vermedi.

            Batılı laik devletlerde din ile devlet işleri birbirinden tamamen ayrı tutulurken, kiliseler özerk ve devlete karşı bağımsızken bizde öyle olmadı.

            7 Şubat 1923’de Balıkesir “Zağanos Paşa” Camiinde yaptığı konuşmada bakınız Atatürk neler söylüyor;

             “Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri,  Cenabı Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizamı, hepimizin bildiği Kur'ân-ı Azimüşşan'daki açık ve kesin hükümlerdir.

İnsanlara manevi mutluluk vermiş olan dinimiz, son dindir, mükemmel dindir. Çünkü dinimiz; akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uymakta ve uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunlarını yapan Cenab’ı Hak'tır”

            İddia edildiği gibi batılı anlamda laik bir anlayışa sahip olsaydı, Atatürk’ün böyle bir mesaj vermesi asla mümkün olmazdı. Sadece bu mu? Elbette ki hayır!

Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun 4. Maddesi gereği “İlahiyat Fakültesini” kurduruyor. 1924 yılında Başbakanlığa bağlı “Diyanet İşleri Reisliğini” kurduruyor. Bu gün hiçbir laik batı ülkesinde böyle bir yapılanma yoktur. Tarih boyunca kendi zamanına kadar Türkçe Meal yazılmadığı için; geniş halk kitleleri Kur’an’ı kendi başına okuyup, anlamaktan mahrum kalmışlardı. Bu eksikliği gören Atatürk hemen bir “Türkçe Meal-Tefsir” yazılmasını emretmiştir. Bunun üzerine; Konyalı Mehmet Vehbi Hadimi 15 ciltlik, Elmalılı Hamdi Yazır 9 ciltlik “yeni mealli Türkçe Tefsiri” yazarak asırların ihmalkârlığına son vermişlerdir. Ayrıca; Kamil Miras tarafından hazırlanan 12 ciltlik “Sahih’i Buhari” hadis tercüme eserleri devlet tarafından basılarak halka bedava dağıtılmıştır.

Bununla da yetinilmemiş; Dârü'l-Hilâfe Medreseleri 1924 yılında “İmam ve Hatip Mekteplerine” dönüştürülmüştür. Şimdi bilmek isteriz ki; laiklikle yönetilen hangi batı ülkesindeki bir kurucu devlet adamı bu tür dini faaliyetlerde bulunmuş olsun. Dini yapıları devletin kurumsallığı içine alan dünyada bir tek laik devlet adamı var mıdır acaba?

Atatürk’ün laiklik anlayışı, bize göre, Nasrettin hocanın leyleği kuşa çevirmesine çok benzer. Bilinen bir hikâyedir; Bir gün hocaya bir leylek getirilir. Hoca bu nedir diye sorar? Kuş’tur hocam cevabını alınca; bir makas ister ve getirenlerin şaşkın bakışları arasında, leyleğin uzun olan gagasını ve ayaklarını keserek onu yere koyar ve şöyle söyler; Hah işte şimdi kuşa benzedin! Ancak leylek ölür. Atatürk’ün hiç olmadığı kadar, dini kurumlaşmayı devletin yapısı içine alması, gerçek laikliği kuşa çevirmesiyle eşdeğerdir.

Şimdi yıllarca ülkemizde Atatürk’ün laiklik uygulamasıyla dini değerlerimize zarar verdiğini söyleyenler bir kere daha düşünmelidirler. Ve aslında bu gerçeklere bakıldığında, Türkiye’deki laiklerle, dini hassasiyetleri olduğunu iddia edenler yer değiştirmelidirler. Çünkü laiklerin zannettiği gibi Atatürk gerçek bir laik lider değildir. Bu durumda laiklik adına onu sahiplenmelerini bir kez daha düşünmelidirler! Ve yine dini hassasiyetlerinden dolayı Atatürk’e karşı olanlar bu günkü geniş halk kitlelerinin İslam dinini öğrenmesi ve yaşaması için dini kurumsallaşmayı Atatürk ihdas ettiği için onun yanında yer almalıdırlar.

Stratejik aklı olan bir lider elbette ki Atatürk gibi yapardı. Yanı; amansız bir savaştan sonra mağlup ettiği devletlerin yeniden husumetini üzerine çekmemek için “laiklik kılıfı” ile onlarla dost olmak, ama diğer yandan da “dini müesseselerimizin ihyası ve ikmali” için köklerinden kopmadan reformlar yapmak. Onu eleştirenlerinde, sahiplenenlerin de tam olarak anlayamadığı bu noktadır kanaatimce.

Sonuç olarak şunu samimi olarak söylemeliyiz ki;

            Atatürk, dine değil; cehalete, bidatlere, hurafelere, dini; menfaat ve siyasi

çıkarlarına alet eden din istismarcılarına, Allah’ı unutup mezar ve türbelerden

yardım isteyenlere, doktora gitmeyip üfürükçülerde şifa arayanlara karşıdır.

Atatürk, Kur’an’ın özüne uygun Hz. Peygamber zamanındaki gerçek

İslamiyet’in öğretilmesini arzu etmiştir. Türk insanına, dininin katıksız ve aslına

uygun bir şekilde öğretilmesini istemiştir. Bunun için de ömrü boyunca yapılması gerekenleri hiç ertelemeden yapmıştır. Allah ondan razı olsun.

            Gerçek bu, ilginç değil mi?