Güneşli pırıl pırıl bir sabah.

Saydam bir günün gövdesini açtığı saatlerde, güneş taşına bağlanmışçasına hayatın tozlu sayfalarından yurdum manzaralarını hüzünle çeviriyorum!

Gökyüzüne bakıyorum, bu güzelim gökkuşağının altında, insanca üleşip, kardeşçe kucaklaşmak, sevgi ateşlerini yakıp barışı kutsamak yerine; insan yaşamını hiçleyip can kıyımlarını tanrının takdirine yoran erkin vurdumduymazlığına şaşıyorum.

Halk gibi, halkla iç içe yaşamanın itibar kaybı sayılıp, yalanın, riyanın, patates-soğan kuyruklarında her geçen gün daha bir derinleşen yoksulluğun izlerine karışmış, canhıraş insan manzaralarını gözlemleyip irkiliyorum.

Duygu cellatlarının, yoksul halk sofralarının baş köşelerine kurulmuş eğreti ramazan konukluğu görünce, insanlığımdan utanıyorum.

Çıkarlarını toplumun sayrılı unutkanlığına bağlayanlar; Sıklıkla “tarihin kendini tekrar ettiğine” vurgu yaparlar. Oysa burada vurgulanan yaşamın olağan seyri değil, tersine tarihte yapılan hatalara gerekçelenerek yeni hatalara kapı aralamaktan başka bir şey değildir. 

Bilmem farkında mısınız? Yüzyıl öncesinin onurlu direnişi hariç, tüm ara dönemlerde yaşadıklarımızla, günümüzde bize yaşananlar arasında ne de çok benzerlikler var? 19. Yüzyılın sonunda Osmanlı gırtlağına kadar borç batağındadır.

Demiryolları, limanlar, Tekel ve daha niceleri kapitülasyon tepsisiyle Emperyalizme sunulurken! Padişahın kulları her zamanki gibi yine suskundur. 

Aldıklarıyla asla yetinmeyen emperyalist dalga, gözünü Anadolu topraklarına dikip yakıp yıkarak ilerlerken sıranın Harim-i İsmetine gelmekte olduğundan bir haber toplum olanca şaşkınlığıyla kaderine sarılmaktadır!

“Geldikleri gibi gidecekler” diyen ve dediğini Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla taçlandıran Mustafa Kemal; ulusal egemenliğe dayalı bağımsız devletin kurulması… İnsan hak ve özgürlükleriyle donatılmış nitelikli bireylerin oluşturduğu, ulusal güvenlik ve gönenç içinde çağdaş uygarlığın olanaklarından yararlanarak varlığını sonsuza değin sürdürmesini amaçlıyordu.

İşgalciyle birlikte kıyıcılığa girişen azınlıklara, padişaha bağlı gerici ayaklanmalara karşı verilen bu savaşı, salt askerlik bağlamında değerlendirmek ve işgale son vermekle sınırlı tutmak büyük yanılgıdır. Mustafa Kemal, Büyük Söylevi’nde; “Asıl amaç, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da, ancak tam bağımsızlıkla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlar karşısında uşaklara yapılandan başka bir davranışa layık olamaz.

Oysa ulusumuzun onuru, ön saygısı, yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulusun tutsak yaşamaktansa yok olması yeğdir. Öyleyse ya bağımsızlık ya ölüm.” diyordu.

Bu büyük öngörüye karşın, günümüz Türkiye’sinde toplum;  nereye, nasıl varacağına bir türlü karar veremediği bir büyük yol ayırımındadır. Daha dün; Büyük Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Mücadelesini anlattığı ulusumuzun başucu kitabı niteliğindeki Söylev’in dağıtımının; Osmanlı padişahı Vahdettin’e ve dönemin Osmanlı hükümetine hakaret içeren ifadeler kullanılmasına gerekçelenip, Milli Eğitim Müdürü koltuğunu işgal eden meczup tarafından hayasızca engellenmesi, utanç vericidir.

Aysberg’in görülen yanı misali, gün ışığına çıkartılan benzeri kalkışma girişimleri ve bunlara karşı direnenlerin susturulmak istenmesi! Hani o meşhur değişle “suçluların telaşı içinde olmak” değil de nedir? Bağımsız vatanda özgür yaşamanın, ulusal egemenlik ilkesiyle devletin asli unsuru olmanın erinciyle demokrasiyi tam anlamıyla gerçekleştirip gönenç içinde mutlu yaşayacağımız yerde, devrimlerle bizi çağdaş uygarlık düzeyine eriştirenlere yapılan çirkin saldırıları dahi engellemekten uzak duruyoruz.

Kimileri susup izleyerek, kimileri savunup kışkırtarak aymazlıklara destek vermektedir. Sırıtıp yılışarak güç odaklarına şirin görünmeye çalışan, oy beklentisiyle siyasal ödünler sıralayıp her türden kaypaklığı sergileyen kimi bay ve bayanların aldatmacalarıyla oyalanılmaktadır!

Yeminli cumhuriyet düşmanlarının, Sevr’e övgüler yağdıran yetmez ama evet çilerin karalama ve aşağılama eylemlerine araç kılınan kürsüler, köşeler, ekran ve yurtdışı bağlantıları gözlendiğinde, bu günlere nereden ve nasıl geldiğimiz? Daha iyi anlaşılacaktır.

Nitekim, seçilişinin ardından Türkiye’nin görüşme taleplerini günlerce öteleyen ABD başkanı nihayet ağzındaki baklayı çıkarttı! 1915 olaylarını “soykırım” diyerek yeni husumet tohumları eken Biden, hızını alamayıp Kostantinopolis tanımlamasıyla bir skandala da imza atmaktan kendini alamadı!

Oysa; Geçmişin acılarının dönemsel siyasal çıkarlara ve stratejik önceliklere alet edilmesi, öncelikle bu olaylardan etkilenen insanların tarihsel kimliğine ve konuya muhatap devletlerin uzun vadeli çıkarlarına saygılı bir tutum değildir. Tarihsel gerçeklikle bağdaşmayan bu tarz açıklamaların, yüz yıllardır aynı topraklarda yaşamış milletlerin ortak acılarını suiistimal etmekten öteye geçemeyeceği başka bir gerçektir.

Kaldı ki, uluslararası hukuka göre; Bir olayın soykırım olup olmadığına ancak yetkili mahkeme karar verebilir.1948 BM soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılması sözleşmesine göre; yetkili mahkeme, suçun işlendiği yerin mahkemesi veya taraflarca yetkisi tanınmış uluslararası bir mahkeme olarak tanımlanmıştır. 1915 olaylarına ilişkin bir mahkeme kararı bulunmamaktadır.(AİHM kararları 28 Kasım 2017 İsviçre) bu kararlarda; ‘ermeni soykırımı’ iddiasının sadece tarihsel bir tartışma olabileceği belirtilmiştir.

Görülen o ki dostlarım “Gaflet, dalalet hatta ihanet içinde bulunabilirler…” diye uyarıldığımız Türkiye’yi teslime gönüllü piyon taşları! 

Son kalenin de Uluslararası Arenada zor duruma düşmesi adına her türden Diaspora’ya servis yapmakta sınır tanımadıkları gibi birde, sıkılmadan zil takıp kıvırtıyorlar!

Güzel bir hafta dileklerimle.