“Hayde gidelum hayde, dağa karayemişa,

Elun nişanlısına, ben nasil deyim hayde.

Çiktum çami budadum, endurdum yarisina,

Boyle sevda mi olur, girsun yerin dibina…”

Sevgili Kazım Koyuncu o amansız hastalığa yakalandığı yıllarda bu topraklara olan hasletini seslendirmişti yüreğinde hayde diyerek.

Haydee...

Bu kadar içten bir sesleniş var mıdır?

O nidaya neler sığdırabiliriz? Önce aşkı koyalım başköşeye, sonra özlemi. Yaylaların baharda yeşermeye başlayan yeşilini, alını, sarısını.

Sis Dağı’ndaki horonun özlemini, heyecanını.

Bu topraklarda doğmayanların bile sırf atalarının yurdu diye aşık oldukları bir coğrafya bizim memleketimiz.

Dünyanın en güzel, en müreffeh yerine gitse de aklı ve ruhu hep burada değil midir? Trabzonspor’un maçını bahane edip uzak ülkelerden birkaç günlüğüne geldiğinde hemen yaylalarda bulur kendini, davet gelir yayla evinden. Hiç Asiye Tiyze’nin kuymağını, lahana yemeğini yemeden o yayladan ayrılabilir misin? Yosun kokan kıyıda, Faroz’da, Ganita’da tavşan kanı çayı içmeden memleket havası üstüne siner mi?

Anadolu’nun çok zengin ve damağa hitap eden çok tatları var fakat biz özeliz, bizim tutkularımız var, özlemimiz var.

Akşamüstü yiyeceği Pirali Usta’nın mirası Akçaabat Köftesini düşünürsün. Maçtan sonra da Sürmene’de peynirlisi, Kalkanoğlunda pilavı, hünerli ustaların dönerini tatmadan dönüş mümkün müdür?

Bu tatlar beynelmilel damak zevki listesinde başköşede yerini almıştır.

İnsanlar tüm yaşamları boyunca tutkularının peşinden koşar, çünkü ruh, aradığını bulunca varlığını huzurla yaşatır.

Lakin Karadeniz öyle bir coğrafya ki beşiğinde salladığı insanın bütün dünyası olur dağıyla taşıyla deniziyle.

Cefasında geçim derdi alın teri ile kazanılan rızık, sefasında ise dağına yeşiline, havasına suyuna, yağmuruna, rüzgârına kapılmış Karadeniz insanının bu topraklara tutkulu duygusal bağlılığının yaşam öyküsünün samimiyeti vardır...

Haydeee

Şimdi yüksek yaylalara çıkma zamanı.

Sevdiğin yanındaysa, yüreğinle ona, “Seni çok seviyrim gız” diyebilmelisin.

Ona yayla çiçeklerinden bir demet yapma zamanıdır. O heyecanla aklına bir şey gelmiyorsa.

Sen benim, sarı zifin kokulum, mor komar çiçeğimsin demen bile dünyaya meydan okumadır, bu duygu âleme yeter.

Dağlar sana yorulana kadar eşlik eder. Gel gör ki dağların ayarı olmaz. Güneşi birden örten sis, koşup gelen bulutlar küser ağlar.

Yağmur bastırdığında bir yayla evinin saçağına sığınırsın.

Kapı vurulmadan açar kapıyı Nenega: “Ula sen de kimsun? Hele bi gel içeri.” diyecek.

Yılların emeği yüzüne kazınmış bir yaşlı babaannenin seni davet edeceğini hatırla.

Sana kuracağı bakır siniye, hazırlayacağı hoşmeriye doyasıya bakıp, eriyen tereyağının içine daldıracaksın parmak uçlarını. Var mı dünyada bundan daha lezzetli bir yemek?

Bu güzel topraklardan nice ozanlar, şairler, yazarlar, ressamlar, nakkaşlar, sinema sanatçıları, horonundan nice dansçılar beslendi, besleniyor. Estetik ve sanat anlayışımızı yitirmeye başlayıp uzaklarda aradığımız günümüzde, bir futbol bileşenleriyle hep yan yana geliyoruz.

Çocuğundan yaşlısına sağcısından solcusuna kadar tek yürek, hep aynı duyguyu hissediyoruz.

“Kizilağaç fidani, tepeden budanur mi,

İnsan sevduği yardan, bu kadar utanur mi?

Endum dere duzina, aşlamayi aşladum,

Sevdaluk eyi şeydur, ben da yeni başladum.”