Cinayet soruşturmasında katil birinci öge olmasına karşın “yardım ve yataklık edenler” de “suç kategorisi” içerisinde değerlendirilirler. / Marmara Denizi SARAYDA işlenen cinayetlerin birinci derecede suçlusudur. 

Maktuller bağlanan taşlarla birlikte sandalla götürülerek Marmara’nın mavi ve kirli olmayan sularına bırakılırdı. Ne Marmara, ne de Marmara’nın kıyıları gördüklerine tanıklık etmez, yanıtlamaz, haremde, sarayda kaybolan, derisi yüzülen insanların, devlet adamlarının, çocukların, cariyelerin akıbetleriyle ilgili bilgi vermezdi. Tıpkı haremin görevlileri gibi hem dilsiz, hem de hadımdılar gibi. Cesetler balıklara yem olurdu. Kimseler bir şey duymazdı.

Her ne kadar “deniz, içinde yabancı bir nesne barındırmaz, mutlaka dışarıya atar” derlerse de, bu zamana kadar, “Marmara kıyılarında Saray’dan cesetler görüldü” diye yazan bir kaynağı okuyamadım. 

Türbelerin etrafı çocuk mezarlarıyla dolu, “salgın” diyorlar da “saltanat için tehlike arz ettikleri için boğdurulup öldürüldüklerini” söyleyemiyorlar.

Sarayburnu, işlenen cinayetlerin mevtalarına tanıklık eden yerdir. Taşınmalarını, götürülmelerini, sandala bindirilmelerini gördü. Ve gecenin karanlığında tüm olanlar ve yapılanlar bakış açısı içerisine girdi. Bağlanan ağırlıklarla denizin karanlık sularında kaybolup gittiler. Zindanın ve sarayın duvarları da tanık, ama herkes, “duymadım, görmedim, haberim yok” ikiyüzlülük ve sahtekarlıkları içerisinde ahlakiliklerini, namusluluklarını, dindarlıklarını sürdürdüler. Şairler, bırakınız “destan yazmayı” bu cinayetlerin dedikodusunu yapamadılar.

Yüzyıllardır sustu Sarayburnu, Marmara, şairler, yazarlar, ama tarih susmadı. 

Topkapı Sarayının Harem Dairesi altındaki zindanın büyük saç kapısı ziyaretçilere açılmaz. “Ancak bilimsel araştırma yapacak görevliler, Kültür Bakanlığı ve Müzeler Genel Müdürlüğünden alacakları özel izinle içeri girebilirler” diyor görevli. “İnsan nelerle karşılaşır zindanda” sorusuna da “müthiş bir havasızlık, rutubet ve duvarlarda at koşumları gibi asılı duran küçüklü, büyüklü bir sürü yağlı kement. İstenmeyen adamlar, cariyeler ve şehzade olabilecek çocuklar, torunlar burada boğdurulurdu. Az boz tarih bilgisi olanların kulaklarına, boğulan insanların, cariyelerin ve çocukların çığlıkları, inleme ve hırıltıları ölüm sessizliği içerisinde gelir dayanır” diye yanıt veriyor.

Görevliyi dinlerken, o dehşet anlarını birebir yaşar, ürperir; yüreğim sıkışır, içimdeki acıyı, sinir uçlarına dek duyumsadığım öfkeyle insanlık dışı bu yaşayışa isyan ederdim. 

Demek ki, uğraşılar, kavgalar, insanları, kadınları, çocukları boğdurmalar, kelle koparmalar, deri yüzmeler, gözlere mil çekmeler, savaşlar, hep saltanat içinmiş. Tüm dinsel yorumlar, mezhepler, tarikatlar, cemaatler hep iktidara ulaşmak ve elinde bulundurmak içinmiş. Baksanıza, iktidar partisi yönetimi ele geçirdikten sonra bir “Cuma yürüyüşü, Cuma protestosu” gördünüz mü Beyazıt’ta? Bunlar doğrucu, bunlar gerçekçi, bunlar hak için kavga eden insanlardı, değil mi? Bir kez olsun, yapılan onca yanlışlara karşın, yürüdüler, pankart açtılar ve hükümeti protesto ettiler mi, tepki koydular mı? Yapılan yanlışları görmemeleri mümkün mü? Hem “Gazze, Kudüs” diyecekler, hem de hükümetin İsrail’e yüzlerce gemilik, (günde ortalama sekiz gemi), mal götürerek destek vermelerine karşı sessiz kalacak, mitinglerde açılan eleştirel pankartlar indirilecek ve İslamcılar susacak, gıkları çıkmayacak öyle mi? Nerede görülmüş böyle ataletleri? Sonra tutulmayan vaatler yalan konuşmaktır(?).

Osmanlıda “cariye satın alma, haremde yaşama, gözde, ikbal, sultan” olma, özellikle erkek çocuk doğumu, “hatunlar” arasındaki kavga, her hatunun kendi oğlunu şehzade konumuna getirme mücadelesi, çocukların boğdurulmaları, sonunda saltanatın “delilere” kalması, ayrı ayrı tırajediler, ayrı ayrı tarihi gerçekliklerdir. Hele saraya egemen olan “adı değiştirilmiş” Müslüman kadınlar-Padişah Anaları… “Ata”  diye yutturulmaya çalışılan “bir sülale… “Son Osmanlıların genleri araştırılsa, dede Osman’la bir bağları kalmış mıdır acaba? Tek tek görelim “atalarımızın, ailesine yaptıklarını”, onlarla yüzleşelim:

Osman, ne kadar saf, temiz ve billur gibi bir idoldü: Amcası Dündar’ı kendi okuyla öldürdü. 

Murat Osmanlının üçüncü ve elinden kan damlayan padişahıdır: Halil ve İbrahim adlı kardeşlerini, oğlu Savcı Bey’i gözlerine mil çekerek öldürttü. Ağabeyi Süleyman Paşa’nın oğlu Melik Nasır da bu katliamdan kurtulamadı.

Yıldırım Beyazıt, savaş meydanında, daha savaş bitmeden, ölen babasının yerine geçer geçmez, çadırına, kardeşi Yakup’u “babam istiyor” diye çağırtarak boğdurttu.  

II. Murat, amcası Mustafa Çelebi’yi Edirne’deki hisar burcuna astırdı. Kardeşi Mustafa’yı İznik’te yakalatıp bir incirin altında boğdurttu. Küçücük kardeşlerini de kızgın demirle gözlerini dağlayarak hayatlarını “bağışladı.” Ne kadar merhametli değil mi?

II. Mehmet, henüz fatih olmadan daha sütte olan kardeşi Ahmet’i boğdurdu.

II. Beyazıt kardeşini sürgün etti, ardından da öldürttü.

Yavuz padişah olur olmaz rahmetli ağabeyleri Şehinşah’ın oğlu Mehmet’i, Mahmut’un oğulları Musa’yı, Emin’i, Orhan’ı, Alemşah’ın oğlu Osman’ı boğdurdu. Hayatta olan iki ağabeyi Korkut ve Ahmet de Yavuz’un gazabından kurtulamadı.

Fatih yasası salt “karındaşlar” için geçerli olurken daha sonra “kız kardeşlerin oğullarını da kapsadı, kız kardeşlerin çocukları doğar doğmaz öldürülmeye başlandılar.

Kanuni padişah olduğunda öldürecek kardeş bulamadı. Gizli kardeşi Üveys Paşa’ya hiç dokunmadı. Yemen’e beylerbeyi olarak atadı. Üveys’i “neden öldürtmediği” sorulunca “Allah’tan korkarım” diyen Sultan Süleyman Hürrem’in ve Rüstem Paşa’nın kışkırtmalarıyla en yakın dostu Veziri Azam İbrahim Paşa’yı, Şehzade Mustafa’yı, Şehzade Beyazıt’ı ve özbeöz torunlarını boğdurarak öldürtmekten çekinmedi. 

III. Murat padişah oldu. Beş erkek kardeşini Şehzade Süleyman, Şehzade Mustafa, Şehzade Cihangir, Şehzade Abdullah, Şehzade Osman’ı boğdurarak babası II. Selim’in cenazesiyle birlikte definlerini yaptı. 

III. Mehmet, Osmanlı sarayının en kanlı padişahıdır. Tahta oturur oturmaz on dokuz erkek kardeşini öldürttü. Bu erkek kardeşlerden ikisi tarafından hamile bırakılan yedi cariyeyi, “ilerde ne olur ne olmaz” düşüncesiyle boğdurarak denize attırdı. 

II. Osman padişahlığının üçüncü yılında sefere çıkarken bir “olupbitti” ile karşılaşmamak için Şehzade Mehmet’i boğdurttu.

IV. Murat, Fatih yasasının unutulduğu bir zamanda Şehzade Beyazıt ve Şehzade Süleyman’ı, daha sonra da Şehzade Kasım’ı boğdurttu. 

Hanedan üyeleri kutsal olduğu için kan akıtılmadan kementle boğularak öldürülürdü. Her kuralın olduğu gibi bunun da istisnası vardı. Kimilerinin kafaları kılıçla bedenlerinden ayrılırdı. 

Kafes hayatıyla kardeşler, şehzadeler boğdurulmaktan kurtuldular. Ancak akıllarına mukayyet olamadılar. / Osmanlıyı şu ya da bu düşman yıkmadı, Osmanlı, saray entrikalarıyla kendi kendini yıktı. Otuz altı padişahı, öldürülen-boğdurulan şehzadeleri düşünün…Soyuna, köküne-kökenine ihanet eden bir sülale. Sözüm ona tarihe altın harflerle yazılan saygın katiller, saraylarını katliamlar tapınağına çevirdiler

Türk edebiyatına, Türk düşünce hayatına kaç şiir, kaç destan, kaç ağıt, kaç dıram, kaç tırajedi ve kaç roman kazandırırdı bu saltanat? Hala Şekspir okuyor ve seyrediyorsak, bu saltanat-bu toplum bir Şekspir yetiştirememişse yaşanılan o acılar-çılgınlıklar boşuna mıydı ve “mahşere mi kaldılar?” Övünüp yerlere ve göklere sığdıramadığımız bu insanlar, neredeyse kutsallığını ilan etmediğimiz saraylarını, yaptıkları katliamlarla sülalelerinin kökünü kazımakta kullandılar. Ne demek torunları, ne demek emzikteki bebekleri öldürmek?...

Sevgiyle, esenlikle kalınız…