Anadolu'nun bir ilinde polis kayıtlarına geçmiş hikâye ile başlayalım:
Hırsızın biri evin çatısına çıkıp anten kablosunu kesmiş.
Evin reisi tam TV’ye dalmışken, yayın kesilince televizyonunu biraz kurcalamış.
"Bozuldu herhalde" diyerek gidip yatmış.
Ertesi gün adam işe gittikten sonra hırsız da adamın evine gider. Kapıyı açan evin hanımına:
"Yenge, beni abi gönderdi. Televizyon bozukmuş, al da gel dedi" dedi.
Saf kadıncağız televizyonu hırsıza verir.
Adam akşam eve gelip televizyonu göremeyince deliye döner.
İki gün sonra karı koca balkonda muhabbet ederlerken, hırsız ıslık çala çala, apartmana bakarak oradan geçer.
Kadın hırsızı anında tanır, "Bak bey, televizyonu alan adam bu" der.
Adam bunu duyunca, pijamalarıyla hırsızın peşine düşer.
Beş dakika sonra hırsızın arkadaşı adamın evine gelir:
"Yenge ben polisim, abi hırsızı yakaladı, şimdi karakoldalar. Pantolonuyla, cüzdanını istiyor" der.
Saf kadıncağız cüzdanı hırsıza verir.
Adam hırsızı bir müddet kovaladıktan sonra kan ter içinde eve döner, kadınla hırsızın arkadaşının arasında geçenleri duyunca hepten çıldırır.
***
Yalıköy (Vakfıkebir) Belediye binasının olduğu yer seneler evvel ilkokuldu. Okulun arkasında birkaç aşana büyüklüğünde koca bir saha vardı. Aramızda para toplayıp, bakkal Malkoç Ali’den satın aldığımız plastik topla, kimseden izin almadan, ‘vur patlasın-çal oynasın’ diyerek, yağmurdan yosun bağlayan kara taşlarla kale yaptığımız bahçede başlardık maça. Zira köyün ileri gelenlerinden izin almak ne mümkün! Neymiş; okulun kiremitleri kırılıyormuş.
***
Amerika'dan getirilen süt tozunun okul önlerinde kurulan derin kazanlarda kaynatılıp öğrencilere zorla içirtildiği yıllar, 'Aga Hasan'ın külüstür kırmızı minibüsüyle öteye-beriye gittiğimiz için okulun arka bahçesi artık aklımıza gelmemeye başlamıştı.
Ayrıca Küçükdere ve Kale köyünün sahili Vakfıkebir ekmeğinin piştiği ısıya yaklaşınca, deniz kenarının zibilini, gazelini,
taşını temizleyip, komşu köylümüz olan (Çavuşlu) rahmetli Avni Aker'in adını taşıyan stat gibi yapardık.
***
Kalecimiz bir ayağı sakat olan 'Topal Süleyman'dı'. İyi kaleciydi, deyim yerindeyse kelebek gibiydi. Sağlam ayağıyla öyle degajlar yapardı ki, ikide bir ayağından çıkan kara lastiklerden biri freni patlayan kamyon gibi soluğu en kuytu yerde alırdı!
***
Trabzonspor İkinci Lig’de oynadığı yıllar, deniz kenarında, minicik ellerimizle sapı yarıya kırık, ağzı yamuk-yumuk eski bir kürekle boyumuz derinliğinde kazdığımız kuyuların üzerini çimento kâğıtları ve ince gazel parçalarıyla örtüp, içine bir arkadaşımızı düşürmek için her türlü dalavereyi denerdik.
Bazen karabatak taşlayarak, caplika denizinde ince bir tahta parçasıyla viya yaparak geçerdi günlerimiz. Açlığımızı ya birkaç ekşi erikle, ya da kuru bir ekmekle geçiştirirdik.
Fındık toplama zamanlarındaki akşamlar, sayvanlarda şarkılı türkülü geçen gecelerimiz bir başka olurdu. Arkadaşlarımızdan birinin babası, tuğla büyüklüğünde bir teyp getirmişti Almanya'dan. Koyardık kemençe kasetini, sonra da dinlerdik çevre köylerden tüfekle fişek patlatanların sesini. Güzel günlerdi be!
***
Bugün böyle bir yazı yazmak geldi içimden. Süt veren memeye benzeyen, çekilen ele göre hareket eden insanların yaşadığı düttürü dünya bu derece değişmiş ve kirlenmişken, biz, bizdeki değişimin ancak bu şekil yazılar yazmakla olabileceğini hatırlatmak istedik.
***
İyi bayramlar. Büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim.