Merhaba sevgili “Karadeniz’de Sonnokta” okuyucuları…

Bu gazetenizde ilk yazım; biliyorum bu durumda önce kendimi tanıtmam gerekir…

Sıkıcı bir özgeçmiş yazısı yazmaktansa, ilk iki yazımı anılarıma ayırayım dedim… Böylelikle siz sıkılmadan okurken, aynı zamanda beni tanıma fırsatı da bulursunuz diye düşündüm…

Zeytinburnu Belediyesi'nde jeoloji mühendisi olarak göreve başladığım ilk yıldaydı…

Marmara Depremi olmuş; İstanbul Üniversitesi Jeoloji Bölümü'nde, fakülteden sınıf arkadaşım Doç. Dr. Halil Zarif'le, Zeytinburnu'nun jeoloji ve "Yerleşime Uygunluk Haritası"nı yapıyoruz...

Hemen her gün İstanbul Üniversitesi'nin Avcılar Kampüsü'ne gidiyorum. Halil'in odasında daha önce yaptığımız sondaj ve sismik çalışmaları değerlendirip, haritaları oluşturuyoruz...

Kısacası yoğun bir çalışma temposu içindeyiz…

Yine böyle bir günde Halil'in odasına girdim; fakülteden hocamız Müjgân Hanım orada...

Sarıldık, öpüştük, karşılıklı hal hatır sorduk...

Hocamız dediysem, dersimize girmemişti; asistandı o zaman...

Ama, mezuniyetimize hatırı sayılır katkılarını unutamam...

Bazı sınavlarda gözetmen olarak bulunurdu...

Onun gözetmen olduğu sınavlarda kalan pek olmazdı, rahat kopya çekme imkânı bulurduk çünkü...

"Mezuniyetimize katkı" derken, bunu kastetmiştim...

 Neyse, konumuza dönelim...

İstanbul'a profesörlük tezi için gelmiş, ertesi gün tezini savunacağı kurul sınavına girecek...

Halil, telefona sarılmış; Müjgân Hoca'ya kalacak yer bulma telaşında...

Üniversitenin ne kadar misafirhanesi varsa aradı, hepsi dolu; yer yok!

"Halil neden evine davet etmiyor acaba" diye aklımdan geçirirken; ben eve davet ediverdim...

Nasıl olsa nazikçe “teşekkür ederim, zahmet vermeyeyim” deyip, reddedecek; ben de fazla ısrar etmem, centilmenlik bende kalsın hani…

Sonuç hiç de beklediğim gibi olmadı!

Gözleri ışıldadı, "memnuniyetle" dedi...

O zaman cep telefonum var ama, bir türlü fırsatını bulup Yıldız'a haber veremiyorum...

Yanlarında aramayı erkekliğe yediremediğimden, bir iki kez lavaboya gitme bahanesiyle yanlarından ayrılarak aradım ancak, nafile; her seferinde telefondan “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor” mesajı geldi…

Düşünsenize, kapıyı açıyorsunuz; eşinizin yanında yeşil gözlü, sarışın bir kadın!

Durumu izah edene kadar neler geçmez kadıncağızın aklından!

Hem sonra evin kırk bin türlü hali var!

Hangi kadın böyle aniden çıkagelmiş misafirden hazzeder ki, üstelik yatıya da kalacak!

İşimiz bitti, akşam üzeri sohbet ede ede Zeytinburnu'na dönüyoruz...

Arabayı sürüp sohbet ederken, bir yandan da misafirimi nasıl ağırlayacağım diye düşünüyorum...

Sonuçta koskoca profesör!

Akşam yemeği kolay, o sıralar Bakırköy'de Çaykaralı hemşerimin yeni açtığı ve otantik Karadeniz yemekleri yapan restorana götürürüm...

Hem kültürümüzü tanıtırım, hem canlı müzik de var, sınav öncesi moral depolar...

Ama kahvaltı?

Bizde kahvaltı kültürü yok!

Sabah ucu ucuna uyanıyoruz, telaşla işe yetişme, çocukları giydirip kreşe hazırlama derken (çocuklar kahvaltıyı kreşte yapıyorlar) kahvaltıyla uğraşacak zaman da yok...

Hafta sonları ancak...

Eve vardık, Yıldız'la tanıştırma faslı derken, çaktırmadan bir bahane uydurarak kendimi dışarı attım...

Hemen şarküteriye gittim...

Böyle yapmalıydım çünkü, akşam dışarı çıkacağız ama, yanımızda iken arabayı sağa çekip şarküteri alışverişi yapamam...

Her şey onun için olduğunu anlar...

Oysa ben olaya doğallık havası vermeye çalışıyorum...

"İyi bir semtte oturmuyorlar, evleri ahım şahım değil, eşyaları da sıradan ama, helal olsun, gıdalarına çok dikkat ediyorlar, sofralarında ne ararsan var" imajı yaratmaya çalışıyorum...

Şarküteride ne gördümse aldım, salamlar, sucuklar, çeşit çeşit peynirler, çeşit çeşit reçeller...

Hiç unutmam; o zamana kadar "Ahududu" diye bir şey duymamıştım. İlginç geldi bana, üzerinde "Ahududu reçeli" yazan kavanozu bile aldım...

Eve girmek de ayrı problem, elimde paketlerle ona çaktırmadan. O safhayı da sorunsuz atlattım...

Akşam Çaykaralının Yeri’ne gittik...

Gerçekten de hoş bir yemek oldu...

Karalahana sarması, turşu kavurması, kaygana; hepsini çok sevdi. Mekan sahibi Remzi abi, misafirim olduğunu anladı tabii, çok ilgi gösterdi, ona türküler söyledi, horona kaldırdı, nasıl oynanacağını öğretmeye çalıştı...

Sabah kalktık, Yıldız harika bir kahvaltı masası hazırlamış...

Van'ın serpme kahvaltısı da yanında neymiş!

Masaya oturduk, çaydan daha ilk yudumu almadan Erdem uyandı, yanımıza geldi...

Masadaki salamları göstererek;

"Baba bu ni, baba bu ni?”

İçimden:

"Annene sorsana piç kurusu!"

Tabi Müjgân Hanım kültürlü kadın, okumuş yazmış, Avrupa görmüş falan…

O anda mahcup olup, yerin dibine battığımızı fark etti…

Duymazlıktan geldi, konuyu değiştirdi...

Rahat bir nefes aldık...

Ama, birazdan Gizem de uyandı...

Erdem'i duymuş...

İnce kesilmiş salam dilimini eline aldı...

Salamın fıstıklarını çıkarıp, yüzüne götürdü...

Fıstıkların çıktığı iki deliği gözlerine denk getirerek, salam dilimini yüzüne yapıştırdı...

Etrafımızda koşmaya başladı…

-Bunlar maske Erdem! Maske!

Artık daha “kaçarım” kalmamış, foyam ortaya çıkmıştı…

Eee…Boşa dememişler:

Çocuktan al haberi...

Salıya “İzmir Köfte” Sağlıklı günler dileğiyle…