"Efendim, sizin aşkınızdan bahsetmişken babanızın dillere destan aşk hikayesini rica etsem anlatır mısınız?"

"O zaman bu aşkı hikaye gibi anlatayım. Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, uzakta çok uzaklarda, zümrüt kayalı Kaf Dağ'ının ardında Dağıstan serdarı yaşarmış."

"Bir mevsim, Kanuni Sultan Süleyman'ın ordusu İstanbul'daki yokluk nedeniyle iyi beslenemeyince bu serdarın dedeleri mavnalar dolusu büyük baş hayvanı İstanbul'a dökmüşler."

"Padişahımız efendimiz pek memnun olmuşlar. 'Polathane'yi bu kuluma ihsan eyledim!' buyurmuşlar. On dokuzuncu asrın sonlarına doğru bu aileye Allah, ayın on dördü gibi pırıl pırıl, sırma saçlı, badem gözlü, inci dişli bir kız çocuğu ihsan eylemiş. Adına Lütfüye demişler."

"El bebek, gül bebek büyütmüşler. Ninnilerle uyutmuşlar. Gel zaman git zaman serdar kızı Lütfüye Hanım'ın güzelliği, bilgisi, zekası dillere destan olmuş."

"Efendim, birden kendimi dedemden hikaye dinler gibi hissettim! Özür dilerim, lütfen devam edin!"

"Maçka yöresinin çok sevilen, hoş sohbet, ata binen, şiir seven, sanatçı yaradılışlı namlı kişilerden Eyübzade Hamdi Efendi'nin oğlu Rahmi Bey, ünü çevreye yayılan bu kızı bir gece rüyasında görmüş ve ona çılgınlar gibi aşık olmuş."

"Kardeşinin de yardımıyla güpegündüz, yel gibi giden beyaz atının terkesine atıvermiş güvercin topuklu yarini! Yer yerinden oynamış. Bereket aileler anlaşmış, dillere destan kırk gün kırk gecelik bir düğünle evlenmişler. İşte babam ve annemim aşk masalı böyle başlamış."

Evliliğe adım

Efendim, siz Ernestine Hanım'la ne zaman evlendiniz?"

"1930'da Paris'te tanıştığım sapına kadar ressam bir Romen'le 16 Nisan 1936 tarihinde İstanbul'da evlendik. Benim şahidim Fikret Adil, Ernestine'nin şahidi de Cemal Reşit Eyüboğlu'ydu. Artık Ernestine Hanım, Eren Hanım olmuştu."

"Efendim, Ernestine Hanımla evlenmenize aileniz nasıl bakıyordu? Her halde evlilik öncesi sorun çıkmamıştır!"

"Eren, ikinci defa İstanbul'a gelişinde ailem bu birlikteliğe ciddi baktığımı hissetmiş olacak ki rahatsız olduklarını belli etmeye başladılar. Babam, bana kancayı takan bu inatçı Ernestine Hanımdan kurtulmak için emniyet mensubu bir akrabamızdan yardım istemişti."

"Ernestine, İstanbul'a gelmiş, güzel bir yaz günü öğleden sonra Gülhane Parkı'nda buluşup dolaşmaya başlamıştık. Bir anda kendilerinin sivil polis olduğunu söyleyen üç kişi beni Ernestine'nin yanından alarak emniyet müdürlüğüne götürdüler. Şaşırmıştım; niye beni buraya getirdiler, diye."

"Biraz bekledikten sonra beni bir odanın kapısına getirip içeri girmemi istediler. Kapıyı açtım, içeri girdim; karşımda emniyet müdürlüğünde çalışan akrabamız! Koltuğu göstererek oturmamı istedi. Şaşkınlığımı yüzümden okumuş olacak ki 'Merak etme, bir şey yok! Sadece konuşmak için seni buraya getirttim!' dedi. Bana kahve söyledikten sonra babacan tavırla nasihatta bulunmaya başladı."

"Oğlum, Türkiye'de kız mı kalmadı? Sen bu sevdadan vazgeç! Anneni babanı düşün. Onlar bu işe çok üzülüyorlar. Sen onları daha fazla üzme!' diye başladığı lafı uzun bir konuşmadan sonra bitirdi."

"Biraz şaşkınlık ve çaresizlikten elini öperek, teşekkür edip oradan ayrıldım. Şaşırmış, biraz da üzülmüş bir şekilde sokaklarda dolaşmaya başladım. Uzun bir süre sonra eve döndüm. Ama evde kızılca kıyamet kopmuştu.

"Gülhane Parkı'nda benim boşu boşuna dönmemi bekleyen Ernestine Hanım başıma bir iş gelmiş olmasından çok endişelenmiş ve o meşhur Romen damarı da kabarmış bir şekilde akşam üstüne doğru alı al, moru mor yaparak babam Rahmi Bey'in evine gitmiş. Babamla konuşunca işin ne olduğunu anlamış."

"Babama 'Rahmi Bey! Siz okumuş yazmış uygar bir insansınız. Bunu bize nasıl yaparsınız?' diye çıkışmış. Evdekiler bu çıkışından dolayı onu çok ayıplayınca o da kapıyı çarpıp evden ayrılmış. Geriye kalan günlerimiz de bu olaydan dolayı burnumuzdan geldi. İkinci İstanbul yolculuğundan ne umulmuş ne bulunmuştu. Bu tatsız olaydan sonra Ernestine Hanım apar topar yurduna döndü."

"Aa çok üzüldüm; bu yaşanmışlığı bilmiyordum! Efendim daha sonra ne oldu?"

"Bizi birbirimizden soğutmayı amaçlayan bu girişimler hiçbir işe yaramadı. Tam tersi birbirimize daha çok kenetlendik. Bu kenetlenme ailenin kabullenmesiyle az önce anlattığım gibi evliliğe kadar gitti."

"Efendim, evlendikten sonra nasıl geçindiniz, ne iş yaptınız?"

"Evlendiğim zaman yirmi beş yaşında idim. Hiçbir işim ve gelirim yoktu. O zamana kadar ekmek elden, su gölden habire resim yapıyordum."

"Efendim, o zaman resimden iyi para kazanıyordunuz!"

"Resme metelik veren yoktu. İlk zamanlar Baltacıoğlu'nun 'Yeni Adam' dergisinde yazılar yazdım. Sonra Tan Gazetesi'nde fıkralar yazmaya başladım. O zaman gazeteler bir hayli dolgun çıkardı. Aynı gün bir fıkra, bir röportaj, bir de hikaye yazdığım oldu. Yazı başına iki lira alıyordum. Üç yazı için altı lira müthiş bir şeydi!"

"Efendim, her gün yazmak hele de birkaç yazı yazmak zor olmuyor muydu?"

"Her gün yazı yazmanın güçlüklerini ve faydalarını o zaman anladım. Bütün gün resim yapmak için İstanbul'da dolaşıyor, akşamleyin resimle anlatamadığım şeyleri, yazı ile tespit etmeye çalışıyordum. Gazeteye giderken kafamda hiçbir yazı konusu olmadığı halde çıkarken bir yazı bırakmaya mecbur olmak hoşuma gidiyordu."

"Bazı kimseler bunu çok tuhaf bulurlar! 'İnsan içinden geldiği gibi yazmalı, çizmeli!' derler. İçinden geldiği zaman ebem de yazar. Mesele, daha doğrusu işin meslek tarafı, hiç canın yazı yazmak istemediği gün zorla yazabilmek. 'Zorla güzellik olmaz!' sözüne hiçbir zaman aklım yatmadı. Güzeli, zorlamadan ortaya koymak herhalde tabiat anaya mahsus olmalı."

Mehmet’in doğumu ve ikinci dünya savaşı

"Efendim, oğlunuz Mehmet ağabey ne zaman doğdu?"

"İkinci Dünya Savaşının başladığı gün bir oğlumuz oldu. Ben askerdim."

"Efendim, hazır askerlikten bahsettiniz; sizin için iki defa askerlik yaptığınızı büyüklerimiz bize söyledi bu nasıl oldu?"

"Dokuz ay sürecek yedek subaylığım İkinci Dünya Savaşından ötürü üç yıl sürdü. 1941'de terhis oldum. 1943'te yine bu savaşın getirdiği şartlardan dolayı ikinci defa askere çağrıldım. Bu güç günlerde eşim sahici bir sanatçı olmasa idi ve birbirimizi sonuna kadar desteklemeseydik, zor dayanırdık."

"Efendim, akademi hayatınız, yani öğretmenlik hayatınız nasıl başladı?"

"1936'da Akademi Resim Bölümünün başına getirilen Leopold Levy'nin bir kolu bendim, bir kolu Cemal Tollu. On üç sene beraber çalıştık. Levy, yüzde yüz namuslu bir insan ve iyi bir ressamdı. Bizim kuşakta büyük etkisi olmuştur. Bu etki öğretmen olarak çok işime yaradı. Öğrencilerim de bundan faydalandı."

"Öğretmenliğin verdiği bir hızla yazı hayatına bağlandım. Çeşitli dergi ve günlük gazetelerde dört beş kitap dolusu yazım çıktı. Bunların en az yarısı akademideki derslerimdi. Ama bu arada bir taraftan resim yapıp bir taraftan öğretmenlik, bir yandan da günlük gazetelere makale yetiştirirken, araya şiir karışıyordu."

"Efendim, merak ediyorum. Sizin zamanınızda akademide Türkçe kitap var mıydı?"

"Akademi, Burhan Toprak zamanında beş on kitap yüzü görmüş, yalnız onun zoruyla bazı hocalar kitap yazmaya başlamışlardı. Bizden sonra yetişen kuşak Bruno Taut'ın Türkçe çıkan kitabını, Cahit Sıtkı ile Muhip Dranas'ın birlikte çevirdikleri Fransız Resim Sanatı kitaplarını unutmazlar."

Yazılan ilk kitap

"Efendim, o ara sizin payınıza kitap düşmedi mi?"

"Evet, benim payıma da kıymetli ressam, sevgili hocamız Nazmi Ziya üzerine bir kitap yazmak düştü. O yıl tatilde eşimle Romanya'ya gidecektik. Burhan Toprak bu kitaba öylesine sarıldı ki yazmasam aramızda muhakkak bir soğukluk çıkacaktı. Bereket versin üstad Nazmi Ziya o kadar efendi ve her bakımdan cömertti ki işimi yarı yarıya kolaylaştırdı."

"Kitabın ilk hazırlıklarını gören Toprak, çocuk gibi sevindi! 'Bunun hemen arkasından 'Çallı yazacaksın!' diyerek 1938 yaz tatiline de kancayı taktı."

"Yazdıklarınızı çok beğenmiş ki hemen ikinci kitabı size yazdırmak istemiş!"

"Hiç unutmam, bir yandan Devlet Matbaasında Nazmi Ziya kitabını izliyor, bir yandan da akademide açılacak sergisini düzenliyorduk. Ne hazin rastlantıdır ki fırından çıkmış taze ekmek taşıyanların sevinciyle kitabı hocaya götürdüm."