İnsan eski günleri yâd etmek, birkaç saatliğine de olsa zaman tünelinde yolculuk yapmak ister.
Canı, canı kadar sevdiği köyünün havasını solumak, sokak aralarında saatlerce misket oynamak, kahve önüne atılan hasır sandalyelerde oturup, ya bir bardak çay, ya da bir fincan acı kahve içmek ister.
Bazıları çocukluk, bazıları okul, bazıları askerlik, bazıları yaşarken değerini bilmediği, kaybettikten sonra değer biçemediği hayat arkadaşını, bazıları da özler köyünün deresindeki, denizin sahilinde yosun tutmuş taşları.
***
Trabzonspor 2. lig’de oynadığı yıllar, bizler deniz kenarında, ya minicik ellerimizle, ya da sapı yarıya kırık, ağzı yamuk-yumuk eski bir kürekle oynardık.
Bazen boyumuz derinliğinde kazdığımız kuyuların üzerini çimento kâğıtları ve ince gazel parçalarıyla kapatıp, o kuyunun içine bir arkadaşımızı düşürmek için ne entrikalar çevirirdik…
***
Bazı günlerimizi karabatak taşlayarak, bazı günlerimizi caplika denizinde ince tahta parçasıyla viya yaparak, bazı günlerimizi de arkadaşlarımızla yalancıktan kavga yaparak geçirirdik.
Açlığımızı ise bir avuç ekşi erik ve birkaç ham incirle yatıştırırdık.
O yorgunlukla zar-zor düşse de eve minik bedenimiz, komşuların şikâyeti söz konusu olunca; çok geçmeden karışırdı evimiz!
Sonrası?
Mümkünü yok bir daha imzalanmazdı izin kâğıdımız!
***
Fındık toplama zamanlarındaki akşamlar, sayvanlarda şarkılı/türkülü geçen gecelerimiz bir başka olurdu.
Arkadaşlarımızdan birinin babası, iki tuğla büyüklüğünde bir teyp getirmişti Almanya’dan. Koyardık kemençe kasetini, sonra da dinlerdik çevre köylerde fişek patlatanların sesini…
İki arada-bir derede öyle/böyle büyüdük işte.
***
Henüz okullu olduğum, alfabeyi yeni öğrendiğin günlere uçup gidiyorum.
Önce siyah önlüğümü giyiyor, sonra beyaz yakalığı geçiriyorum boğazıma.
Naylon torbaya koyduğum bir silgi, iki kalem, üç defterle dünyanın en güzel bayrağının dalgalandığı okulun yolunu tutuyorum.
Kara tahtaya beyaz tebeşirle “ En Büyük Türk Atatürk” yazıyorum.
“Aferin oğlum” sözünü hak ettiğim öğretmenimden “ oturabilirsin ” komutunu aldıktan sonra, arkadaşlarımın bakışları ve masaların arasından geçerken, beyaz badanayla boyalı duvardaki “ Çanakkale geçilmez!” ve “ yılda 12 ay, 4 mevsim” yazılı resimleri ilişiyor gözüme.
Pencerenin altındaki deliklerden içeriye sızan rüzgâr, yün ipine dizili fişleri yaprak gibi sallıyor.
Henüz mesleğinin baharındaki öğretmenim de masaların arasında, iki elleri arkasında, iki ileri, bir geri volta atıyor…
***
İzlemeye doyamıyoruz 1.Lig’deki Trabzonspor’u.
Avni Aker’de korner atamayan takımlar maç bitiminde şaşırıyor sağını-solunu, hatta evlerinin yolunu!
Ben de bitiriyorum ortaokulu…
Hâlbuki ne gerek var böyle hızlı gitmeye!
Yaş ileri, Trabzonspor (şimdilik) geriye gidiyor.
***
Ve açıyorum gözlerimi:
“ Hayat devam ediyor” diyorum, kendi kendime;
Kim bilir ne kadar çok değişmiştir arkadaşlarımız;
Kimi oğlunu evermiştir, kimi kızını gelin etmiştir.
Birçoğunun saçı da, sakalı da ağarmıştır,
Babaların kafasında bir tutam, anaların süpürge yapacak saçı kalmamıştır!
***
Bilseydik hayatın bu kadar kısa olacağını, hiç üzer miydik birbirimizi.
Ne de çok özlemişimizdir ilkokul/ortaokul ve lisemizi…
Nasıl unuturuz; elimizi, yüzümüzü yıkamak için birbirimizle sataştığımız/itiştiğimiz o günleri…
Nasıl unuturuz; okulun önündeki iki musluklu o çeşmeyi.
Hadi saralım o kaseti geriye, acep bir saniyesi gelir mi geriye!
***
Bizimki böyle bir aşk hikâyesi…
Çıkarını düşünen ürkek ve ödlek yalancı Trabzonsporlular,
Ya sizin ki?