Günümüz medya düzeninde, haber kanallarının ekranları sıkça acı, travmatik ve olumsuz olaylarla dolup taşıyor. Ne yazık ki, ölümlü trafik kazalarından aile içi şiddete, hırsızlık ve gasptan toplumsal çatışmalara kadar uzanan bir yelpazede, olumsuzluklar "son dakika" etiketiyle adeta bir moral bozma makinesi gibi çalışıyor. Bu durum, toplumun moral değerleri ve psikolojik sağlığı üzerinde derin ve yıpratıcı etkiler bırakıyor.

Halbuki haberin temel amacı toplumu bilgilendirmek ve bilinçlendirmektir. Ancak bu tür felaket ve suç haberlerinin, olayla doğrudan ilgili olmayan geniş bir kitleye yoğun ve tekrarlı bir şekilde sunulmasının hangi toplumsal faydayı sağladığı ciddi bir tartışma konusudur. İlgili kolluk kuvvetlerinin, sosyal hizmet birimlerinin ve adli makamların bu olaylardan haberdar olması ve gerekli tedbirleri alması kuşkusuz hayati önem taşır. Fakat bu bilgilerin, toplumun bütününü sürekli bir endişe, korku ve umutsuzluk girdabına sokacak şekilde sunulması neye hizmet etmektedir?

Maalesef, bu haber akışının ardında çoğunlukla "izlenme oranları" ve "reyting kaygısı" yatmaktadır. Yani bu alandan bile rant devşirme gayretlerinin olduğu aşikardır!

Çatışma, trajedi ve skandal, beynin dikkat mekanizmasını tetikleyerek anlık bir ilgi çekmekte ve ekran başındaki süreyi uzatmaktadır. Ancak bu, kısa vadeli ticari kazancın, uzun vadede toplumsal moral erozyonu ile ödendiği anlamına gelir. Bunu bilen kalkınmış ve müreffeh ülkelerde devlet asla bu tür eğilim ve niyetlere müsade etmez.

Bu yoğun olumsuz habercilik tarzının, dünyanın birçok gelişmiş ülkesindeki haber pratikleriyle karşılaştırıldığında, ülkemizde bir yoğunluk farkı olduğu rahatlıkla gözlemlenebilir. Birçok yerde, suç ve trajedi haberleri elbette yer bulur, ancak bunlar genellikle istatistiksel, analitik bir çerçevede ve toplumsal çözüm önerileriyle birlikte sunulur. Odak noktası, "olayın dehşeti" yerine, "olayın nasıl önlenebileceği" ve "toplumsal dayanışma"dır.

Bu noktada, medyanın bir ayna olmanın ötesinde, bir eğitim ve moral yükseltme aracı olarak da işlev görebileceği gerçeği göz ardı edilmemelidir.

Medyadan beklentimiz, sadece karanlığı göstermesi değil, aynı zamanda aydınlığı göstermeye yardımcı olmasıdır. Bu, cinayet, kaza veya hırsızlık haberlerinin tamamen yok sayılması anlamına gelmez; aksine, bu haberlerin sunuluş biçiminde köklü bir zihniyet değişimini gerektirir.

Suç ve problem haberleri sunulurken, konunun uzmanlarıyla birlikte önleyici tedbirler, yasal düzenlemeler ve psikolojik destek mekanizmaları tartışılmalıdır. Haber, sorunu teşhir etmekten çok, çözümü göstermeye odaklanmalıdır.

Ekranlarda daha fazla yerel kahramanlık, bilimsel başarılar, çevresel sürdürülebilirlik projeleri, eğitimde fark yaratanlar, sanatsal atılımlar ve sosyal sorumluluk projeleri yer almalıdır. Moral, sadece olumsuzluğun yokluğuyla değil, pozitif değerlerin inşasıyla yükselir.

Olaylar, bireysel trajediler olarak değil, toplumsal eğilimler bağlamında ele alınmalı ve umut verici istatistikler, azalan suç oranları, iyileşen sağlık göstergeleri de vurgulanmalıdır.

Televizyonlar, aile içi ilişkileri güçlendirmeye, empatiyi artırmaya ve eleştirel düşünceyi geliştirmeye yönelik içeriklere daha geniş bir platform sunmalıdır.

Medya, toplumsal ruh sağlığımızın koruyucusu olabilir. "Moral Bozma Makineleri" olmaktan çıkıp, "Umut İnşaatçıları" rolünü üstlenerek, izleyicinin ruhunu karartan değil, aklını aydınlatan ve kalbini güçlendiren bir habercilik anlayışını benimsemek, toplumsal ilerlemenin en önemli adımlarından biri olacaktır.

İnsanın aklına gelmiyor değil; toplumları çökertmenin bir dizi stratejisinden biri olarak; acaba bu olumsuz habercilik anlayışı mı kullanılmaktadır!

Eğer böyleyse, devlette zaten bu olumsuzlukları düzeltmek için vardır.