“Rivayet olunur ki...” diye başlayan bir söylemde gerçeklik, akla, bilime uygunluk, duyumsamalarımızla yaşadığımız doğruluklar yoktur. “Rivayetler gerçeğe uyarlanmaya çalışılırsa, bilimle örtüşmeleri ısrarla söylenirse”, orada hurafe vardır, orada yalan vardır ve orada insanları aldatılması, kandırılması, uyutulması-afyonlanması vardır: Böyle bir ortamda cehalet hortlar. “Rivayetin” gerçek diye yutturulması, hayallerin, sanrıların, illüzyonların gerçeklerle yer değiştirmesidir. Çünkü: Rivayet: Söylenti / bir olay, bir haber ya da bir sözü nakletmedir. Rivayet: Hadis ilminde hadis usulüne uygun olarak ve aktarma metotlarını belirterek kaynağına dayandırmak demektir.
Söylenti: ağızdan ağıza dolaşan, kesinlik kazanmayan, doğruluğu belli olmayan haber, rivayet, şayia.
Şayia: yayılmış haber, yaygın söylenti, duyultu.
İnsanların çok büyük bir kısmı, akla, bilime değil, rivayetlere, söylentilere, doğruluğu belli olmayan, ağızdan ağıza dolaşan haberlere, sözlere inanıyorlar. Kuşkulanıp “acaba” diyerek gerçekliklerini araştırmıyorlar.
Şimdi rivayetlerin yanına bir de “şehir efsaneleri” eklendi:
Şehir efsanesi: modern çağın, kulaktan kulağa yayılan, doğruluğu şüphe götürür, uydurma folklorik hikayeleridir. Bu hikayelere “tamamen gerçek dışıdır” denemez. Ama “çarptırılmış, abartılmış, heyecan katılmış” özellikleri vardır. Gerçeklikte kaynak olarak gösterilemez.
Sosyologlar, folklor araştırmacıları “şehir efsaneleri” teriminden çok “çağdaş efsaneler” terimini tercih ederler: “Haliç’in altında bol miktarda altın vardır.” “Hitler, ya da İngiliz Pirensi Çarls Müslümandır.” “Nevyork kanalizasyonunda çok büyük timsahlar yaşar.” Bunlar çağdaş efsanelerin birkaçıdır.
Bilim araştırmaya, incelemeye, ölçmeye, tartmaya dayanır. “Kesin doğrulara ulaşabilmek için sayısız deney, gözlem yapar. Dünyanın farklı yer, basınç, yükseklik, zaman ve koşullarında bilinen yöntemlerini uygular. Akla, şüpheye, tartışmaya açık konulara “olabilir ya da olmayabilir” olasılığıyla yaklaşır. Kesinlik kazananlar “doğa yasaları” olur. Örneğin: Maddenin Sakınımı Kanunu, Suyun ergime, donma, kaynama ve kaldırma gücü kanunu... Suyun yüz derecede kaynaması, sıfır derecede donması, bir derecede erimesi, binlerce tonluk gemilerin üzerinde yüzmesi, yüzlerce tonluk uçakların havalanıp uçması gibi...
Tarih kişilerin, toplumların isteklerine, dileklerine göre yazılmaz. Tarih yaşanılan gerçekliklere göre yazılır. Beğenelim, beğenmeyelim, hoşumuza gitsin ya da gitmesin tarih “kendi yöntemleri, kaynakları, verileri ve belgelerine” göre biçimlenir. “Tozlu raf” ya da “arşivler”, yazılı belgelerle doludur. Bunların dışında “mağara resimleri, silahlar, kullanılan eşyalar, mezarlar, insan ve hayvan kemikleri, tohumlar, ürünler” akla ve bilme uygun sonuçlar çıkarılacak kaynaklardır. Örneğin, Göbeklitepe’de bulunan “buğday” taneleri, on iki bin yıl önce buğdayın evcilleştirilip ekildiği anlamını bize verir.
Osmanlı’nın yenilmesini ister miyiz? Ağır antlaşmalarla toprak kaybetmesine, tazminat ödemeye mahkum edilmesine gönlümüz razı olur mu? Nasıl Osmanlı galip geldiğinde toprak alıyor, yendiği toplumların zenginliklerine el koyuyorsa, yenildiğinde de biz istesek de, istemesek de aynı koşullara boyun eğmek zorunda kalacaktır.
Bilim, teknoloji Avrupa’da gelişirken, sanayi devrimi gerçekleşirken, Osmanlı’yı bunların dışında tutmak için hiçbir güç müdahil olmamıştır. Ama Osmanlı, “kefere” dediği Hıristiyan dünyasından “herhangi bir şeyi öğrenmeyi günah saymış”, “yabancı dil öğrenenlere”, “karantinayı” uygulayan, “tıbbiyeyi amireyi”, “cerrahiyeyi amireyi” açan ve Fıransız bilim insanlarını getiren II. Mahmut’a medrese uleması, tarikatlar, cemaatler “gavur padişah” demekten geri kalmamışlardır.
Bugün de kimileri, tarihi gerçekleri saptırarak, örneğin “1913’te, Osmanlı’nın Uşi’de İtalyanlara verdiği 12 Ada’yı Lozan’da kaybettiler” şehir efsanesini yayıyorlar. Bu da yetmiyor: “1945’te, II. Dünya Savaşı bittiğinde 12 Ada’yı İnönü’ye verdiler de almadı” yalanını, cahili cühelaya “TARİH” diye yutturuyorlar.
Böyle bir teklif İnönü’ye yapılmadı, yapılamazdı da; çünkü İnönü-Türkiye savaşa girmedi. Savaşın dışında kalan bir ülkeye “ganimetten” pay verilmez. Zorunlu olarak savaşa giren ülke Yunanistan’dı, Almanya tarafından işgal edilmişti. Ve Yunanistan galip ülkeler tarafında bulunduğu için 12 Ada savaş tazminatı olarak Yunanistan’a verildi. Zorumuza gitse de, onurumuzu zedelese de, burnumuzun dibindeki adaların kaybedilişinin hazmı zor olsa da, içimiz öfke ile dolsa da, gerçek bu.
Yalana, yanlışa değil, doğruya ve gerçeğe inanmak daha akıllıcadır. Sevgiyle, esenlikle kalınız..