Çocukluk yıllarımda “büyüyünce ne olacaksın” sorusuna hep aynı cevabı veriyordum: “Öğretmen ve gazeteci”. Bu cevabım hiç değişmedi. İkisini aynı anda yürütebilir miydim? Bunu hiç düşünmemiştim. Bu mümkündü ama, çok zordu. İlk yıllarda gazeteciliği, öğretmenliği sağlayan bir vasıta olarak gördüm.
Eğitimimi sürdürebilmem için köşe yazarlığına sarıldım. O yıllarda gazeteciliğin “albenisi” çoktu. Meslek-alabildiğince- cilalıydı. Öyle ki ilk makalem yayınlandığı gün dünyalar benim oldu. Yürüyüşüm değişti. Sokakta herkesin bana baktığını zannediyordum. Oh be dünya varmış! Ben neymişim be! O ilkyazım, benim çocuğum gibiydi. O gazeteyi bugüne dek-en değerli bir anı olarak- sakladım. Dedim ya, gazeteciliğin albenisi çoktu. Tehlikesi-hiç- yoktu. Tüm kapılar-ardına kadar-sana açılıyordu. Bugün bu mesleğe girmeyen pişman, giren bin pişman..
Doğrular birilerini rahatsız eder duruma geldi. İnsanların haber alma, bilgi edinme olanakları sınırlandı. Ah! o ilk gazetem. Şirketi yok, ihalesi yok. Komisyonu yok. Sadece dürüstlük ve haber değeri var, sevgiden, saygıdan yana.. Yarım asır önce Ankara Cebeci’de gazeteci olarak işe başladığım günü unutmam mümkün değil. İsterdim ki, herkes benim yazımı okusun, yorum getirsin. Sonunda da bana “aferin” desin. Başım göğe erecekmiş gibime geliyordu. Yıllar yılları izledi.
Uzaktan kumandalı patronlar türedi. Patronlarının gözünün içine bakan köşe yazarları... Acaba gazetemin felsefesine aykırı cümle, veya sözcük kullandım mı korkusu. İşte bu gazeteciliği öldürdü. Dürüstlük, hak adalet, ahlak kuralları cüzdanla vicdan arasına sıkıştı.
Bütün bu olumsuzluklara karşın, başı dik, göğsü ileride köşe yazarları yok mu? Elbette var. Var, var ama bugüne kadar hiçbirisinin heykeli dikilmedi.
Anne kedinin yavrularıyla oynayışı gibi sözcükleri okşayan kalemşörler. Bir gün mutlaka-hakkınız teslim edilecektir. Haktan, adaletten yana, birlik ve dirlik adına son bir koşu... İnsanlık denen hedef yakındır.
Gücüne, gönlüne, kalemine sağlık güzel insanlar hoşça kalınız.