Bugün sinema yazısı yazmayı düşünmedim… Birkaç film izlemiştim oturdum üzerine ne yazsam diye kalem oynatma gibi düşüncem oldu. Lakin sonradan izlediğim sinemanın etkisinden mi olacak ne! Bu yazıyı kaleme almak istedim…

Yıllar önce yanılmıyorsam 2012 yılı falan olacak Trabzon/Zafer Mahallesi yıkılıyor… Semtin yüzde yetmişi yıkılmış durumda. Elimde fotoğraf makinesi ile birlikte daldım Zağanospaşa Köprünün alt kemerinden içerisine. Yıkılmış bir semt duruyordu karşımda. O vakitler Suriye’deki iç savaş da henüz yeni başlamıştı, bu nedenle de bölgeden sık-sık fotoğraflar düşüyordu ajanslara; yıkılmış binalar, yok olmuş şehirler/ülke. Bir anda Zafer Mahallesi ile Pazarkapı Mahallesi’ni birbirinden ayıran köprünün kemerinin içerisinden geçtiğim anda karşıma çıkan harabe mahalle görüntüsü beni çok etkilemişti.

Kendimi sanki Suriye’de iç savaşın yaşandığı fotoğrafların bir tanesinde yolunu bulursa bir botla Avrupa’ya sığınmaya gidecek mülteci konumunda hissettim. Oysa kuş uçuşu 400 metre ileride yaşıyordum… Bu şekilde sağa-sola fotoğraf çekerek ilerliyorum… Kentsel dönüşümlere oldum olası zıt bir adamım. (Nedeni, kentsel dönüşümler ucuz makyajlar gibidir. İnsanı olmadığı güzelliğe bürür, lakin içi/ruhu aynı varoşluktadır. Bu nedenle her zaman söylerim; önce insanların ruhlarında dönüşüm, sonra yaşam alanlarında dönüşüm…)

Böyle yıkılmış binalar arasında dolaşırken ilk göz uçuma bir çocuk takıldı. Elinde kendi boyunda bir balyoz ile birlikte yıkık bir duvarın içerisindeki demiri çıkaracak hurdaya satacaktı. Yanına yanaştım, “Ne yapıyorsun?” diye seslendim. Çocuk 10 yaşından biraz büyük, “Abi ev bizim, demirlerini alacağım satacağım.” dedi. Evet; ev onundu ve çocukluğunun bence en güzel günlerini orada yaşamıştı, hatıralarını un ufak ederek satıyordu farkında değildi. Bu söz tam da Suriye’yi, Irak’ı, Afganistan’ı anlatıyordu. Emperyalist mimarların/mühendislerin kentsel dönüşümlerine düşen halklar yaşadıkları evleri ayakta tutan demirlerini hurdacılara satmak isterken koskoca kültürlerinden/dostluklarından/huzurlarından sahte bir söyleme – milliyetçiliğe – din istismarcılarına kanarak un ufak ediyorlardı.

Neyse…

Böyle harabe mahalle içerisinde gezerken bir ağlama sesi duydum. Sesin geldiği nokta köprüden içeriye baya yürüdüğüm bir alandaydı. Şuanda Tünel Akvaryum’un bulunduğu noktada bir konum olsa gerek. Meslek refleksi ile birlikte sese doğru yol aldım. Çatısı çökertilmiş yan duvarları duran gecekondu bir evin içerisinden ses geliyordu. Küçük bir avludan içeri girdim. Ağlama sesinin tınısından anladığım erkek bir sesti. “Abi… Bir sorun mu var?” diye seslendim. Bunu birkaç kez tekrarlayınca o zamanki yaşı 40-50’lerinde bir adam kapıdan belirdi. Gözleri ağlamaktan yorulmuş, yüzü düşmüş. “Buyur kardeş?” sözü döküldü dudaklarından.

Ben ses duydum geldim falan derken hiç tanımadığım adam bana geldi sarıldı. Şaşa kaldım. Neden ağladığını bilmediğim birisinin bana sarılması karşısında ne yapacağımı bilmiyordum. Biraz da halkı için can atan bir tiyatro sanatçı olarak da bu durum beni üzmüştü. “Hayırdır abi bir sorun mu var?” dedim.

Gözlerimin içerisine baktı, “Kardeşim dün gece annem vefat etti. Az önce defnettik! Buraya koşarak geldim çünkü burada tüm ömrümüz geçti. Devlet bize istimlak parası çok güzel bir bedel ödedi. Buradan daha güzel bir yere yerleştirdi bizi. Çok güzel apartman. Annem öldüğü an kimse kapımızı çalmadı. Sitenin yan bloğunda bir düğün eğlencesi vardı. Düşünün biz yastayız yan blokta eğlence. Oysa böyle mi oluyordu komşuluk.”

İşte Anadolu kültürünün varoşluk adı altında bir bahane ile kurtarılmak isterken kentsel dönüşüme heba edilmesine o dakika şahitlik ettim. Nasıl oluyor yahu! Belki de sitenin kalabalık yaşantısı ve giren çıkanın belirsiz olması nedeniyle düğün sahibi o anda ne olduğunun farkında değildir. Oysa yan yana/üst üste olan evlerimizden daha uzaktı oturduğumuz semtin sokağının sonundaki komşumuz, ama biliyorduk onun sofrasında ne eksik, bizim soframızda ne fazla ve gazete kâğıdına sarılmış sıcaklığı dostluğumuzun zamkı gibi büyüklerimizin elimize sıkıştırması ile koşarak gidiyorduk o sofraya yetiştirmeye.

Ne değiştirdi “Ulan” bizi…  

Elimizi atsak yan penceresini tutacağımız kişilerin derdini umursamamak… Şimdi bizler çok mu gelişmiş olduk Zehra teyzenin ölümünü cesedi kokunca fark ettiğimizde…

Hadi be…

Biz sadece geçmişimizi kentsel dönüşümler adı altında yıkarken susun payı olarak verdikleri paranın sıcaklığına sattık ve aldandık. Yoksa, haşlanmış patates ile dolu alüminyum bir tencere içerisinde 500 metre ilerideki Gül teyzenin evine getirirken tencerenin sıcaklığında ocak soğuğunun ısınması samimiyetini şuan hangi söz/para satın alabilirdi.