İçinde yaşadığımız çağ, insanlığın en büyük çelişkilerinden birine sahne oluyor. Bir yanda teknolojik ilerleme, bilgiye sınırsız erişim ve küreselleşme; diğer yanda derin bir kimlik bunalımı, kültürel yozlaşma ve değerler krizi… İnsanlık, geçmişin köklü mirası ile geleceğin belirsizliği arasında bir yol ayrımında.

Modern dünya, bireylere özgürlük sunduğunu iddia ederken aslında onları büyük bir tüketim çarkının içine hapsetmektedir. Reklam endüstrisi, medya ve dijital platformlar insanlara sürekli daha fazlasını tüketmelerini, "daha iyi" olmaları için sürekli bir yarış içinde bulunmalarını empoze etmektedir.

Örneğin, hızlı moda (fast fashion) endüstrisi insanları her sezon değişen kıyafet trendlerine ayak uydurmaya zorlayarak hem doğal kaynakları tüketmekte hem de bilinçsiz bireyler yetiştirmektedir. Sosyal medyada sunulmaya çalışılan "mükemmel hayat" algısı, insanları sahte bir mutluluk peşinde koşmaya iterken, manevi değerlerin, paylaşımın ve dayanışmanın geri plana atılmasına neden olmaktadır.

Oysa tarih boyunca büyük medeniyetler sadece maddi güçle değil, aynı zamanda manevi ve ahlaki değerleriyle de yükselmiştir. Günümüz dünyasında ise birey, maddiyat odaklı bir sistemin içinde sıkışıp kalmakta ve insanı insan yapan en temel duygular, çıkar ilişkileri uğruna feda edilmektedir.

Kimlik, bireyin kendini ait hissettiği değerler bütünü, tarihsel mirasın ve kültürel bilincin bir yansımasıdır. Ancak bugün, özellikle gençler arasında bir kimlik erozyonu yaşanmaktadır.

Popüler kültür, sosyal medya fenomenleri ve dijital dünyanın getirdiği hızlı akış, gençleri kendi kültürlerinden uzaklaştırmakta, Batı merkezli bir yaşam tarzını dayatmaktadır. Örneğin, sosyal medya platformlarında kullanılan dil giderek bozulmakta, yabancı kelimelerle karışmış yeni bir jargon ortaya çıkmaktadır. Bir zamanlar büyük şairlerin, yazarların incelikle işlediği Türkçe, günümüzde hızla yozlaşmakta ve duygusal derinliğini yitirmektedir.

Bu kimlik kaybı yalnızca dilde değil, sanat, müzik ve edebiyatta da kendini göstermektedir. Geleneksel sanat dalları unutulmakta, yerel değerler giderek yok olmaktadır. Kendi kültürel kimliğinden uzaklaşan bireyler, aidiyet duygusunu yitirerek köksüz bir yaşam sürmeye mahkûm olmaktadır.

Tarih bize göstermektedir ki kimlik krizi yaşayan toplumlar ya çöküşe sürüklenmiş ya da kültürel değerlerine sahip çıkarak yeniden doğmuştur.

Örneğin, Osmanlı’nın son döneminde Batılılaşma süreci kimlik karmaşasına yol açmıştır. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde Batı’nın bilim ve teknolojisi alınırken kültürel değerler göz ardı edilmiş, bu da toplumda bir kimlik çatışmasına sebep olmuştur.
Buna karşın Japonya, modernleşme sürecini kendi kimliğini koruyarak gerçekleştirmiştir. 19. yüzyılda Meiji Restorasyonu ile Batı’nın bilimini ve teknolojisini benimserken geleneksel değerlerine sahip çıkmış, sanatını, edebiyatını ve dilini koruyarak dünya sahnesinde güçlü bir şekilde yer almıştır. Japonya’nın bu dengeyi sağlayabilmesi, bizim de kültürel ve manevi değerlerimizi koruyarak modernleşme yolunda ilerleyebileceğimizin bir kanıtıdır.

Eğer birey ve toplum olarak kimlik erozyonuna karşı koymak, değerlerimizi koruyarak çağın gerekliliklerine uyum sağlamak istiyorsak bazı temel adımları atmalıyız:

Eğitim sistemi güçlendirilmelidir. Kültürel mirasımızı koruyacak, genç nesillere tarih bilinci kazandıracak bir eğitim anlayışı benimsenmelidir. Yunus Emre, Mevlânâ, Mehmet Âkif Ersoy gibi değerlerimizin öğretilmesi, kimlik arayışında olan gençlere rehber olacaktır.

Sanat, edebiyat ve felsefeye daha fazla önem verilmelidir. Bilim ve teknolojide ilerlerken sanat ve edebiyatı göz ardı etmemeliyiz. Çünkü bir milletin ruhu, sanatıyla ve edebiyatıyla yaşar.

Toplumsal değerlerin yeniden inşası için seferberlik başlatılmalıdır. Saygı, sevgi, hoşgörü ve güven gibi değerleri topluma yeniden kazandırmalıyız. Bugün dünya, ayrışmanın ve kutuplaşmanın girdabına sürüklenirken biz, birlik ve beraberliği önceleyen bir anlayışla hareket etmeliyiz.

Sonuç: Güçlü Bir Kimlik, Güçlü Bir Gelecek

Tarih boyunca büyük medeniyetler yalnızca ekonomik ve askerî güçleriyle değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki değerleriyle de var olmuştur. Günümüz dünyasında, hızla değişen küresel dengeler içinde ayakta kalabilmek için yalnızca teknolojik ilerlemeye değil, kimliğimizi korumaya da odaklanmalıyız.

Unutmamalıyız ki kimliğini kaybeden toplumlar, başka kültürlerin gölgesinde yaşamaya mahkûmdur. Ancak değerlerine sahip çıkan milletler, hem maddi hem manevi anlamda güçlü bir gelecek inşa edebilir.

Güvenli, istikrarlı ve kimlik sahibi bir toplum dileğiyle…