Alışkanlıklar, temeli öğrenmeye dayanan, yapa yapa, düşünülmeden, kendiliğinden otomatik olarak gerçekleştirilen davranış biçimleridir. Adım atmayı, yürümeyi, yüzmeyi, yemeyi, su içmeyi… çok küçükten düşünerek öğrenmeye başlarız, sonra da hiç düşünmeden gözlerimiz kapalı ya da göz gözü görmediği karanlıkta istenilen hareketi alışkanlık olarak gerçekleştiririz. Şimdi arabalar otomatik, ama gaz pedalına ya da firene ne zaman basılacağına hiç düşünmeden “reflekslerimizle” karar verir uygularız. Anlatmak istediğim insanın kazandığı tüm alışkanlıklar iyi, güzel değildir. Kimileri var, zararlıdır, sigara içmek gibi, çok yemek yeme gibi; bağımlılığa varan, uyuşturucu, madde kullanımı gibi… Bir de değişimle ilgili olanları vardır ki, hiç hesaba katılmazlar. Hani derler ya, “erkek olan değişmez.”, değişmemekte direnir; “atı alan Üsküdar’ı geçer”; çoğu Üsküdar’ın yollarını aramakla uğraşır!

Değişim, “bir durumdan başka bir duruma geçiş”, ya da “bir zaman dilimi içerisindeki değişikliklerin tümü.” “Fiziksel, zihinsel ve ruhsal olarak bir önceki zaman dilimine göre farklılaşma” gibi tanımlamalarla anlatılmaya çalışılır.

Albert Einstein da “değişmeyen tek şey değişimin ta kendisidir” sözüyle ölümsüz bir tanımlama yaparak değişimin kesintisiz bir süreç oluşunun altını çizer.

Öğrenme ve gelişme, canlının döllenmeyle başlayan, doğumdan ölüme kadar yaşadığı bir süreçtir. Zihinsel, bedensel, duygusal, sosyal olarak öğrenmeyle yaşanılan sürekli ilerlemedir. İnsan öğrendikçe ilerler, ilerledikçe değişir ve gelişir.

Fakat bakıyorum, insanların öğrenme, değişme ve gelişme gibi sorunları yok. Bilmedikleri gibi, anlatılanları da anlamıyorlar. “Bilir görünerek” caka satmayı seviyorlar, bu yüzden sürekli itiraz ediyor, karşı çıkıyor, tıpkı Osmanlı Yeniçerileri gibi “istemezük” naraları atıyorlar. Çoğu zaman neye karşı çıktıklarını bilmedikleri gibi, neye itiraz edip “yerine ne getirmek istediklerini de söylemiyorlar. Kimi zaman bu “şom ağızlılar” asıl konuşulacak, itiraz edilecek, karşı çıkıp direnilecek yerde, bir güçle karşılaştıklarında tırsıyor, korkuyor, susuyor, üzerlerine ölü toprağı atılmış gibi varlıkları ve yoklukları arasında hiçbir fark kalmıyor.

Yol yapılacak, itiraz ediliyor, karşı çıkılıyor, yer vermeyecek ya / Kentsel dönüşüm yapılacak, karşı çıkılıyor, para verilecek, rahatlıkları bozulacak ya; / Sokaklar, bordürler boyanacak, şıkır şıkır bir güzellik ortaya çıkacak, kentin yüzü gülecek, üstelik para harcanmayacak, halk desteği olacak, itiraz ediliyor, karşı çıkılıyor, neden? Bilen var mı? / Ne güzel bir iş yapıldı. Emekli evi açıldı. İki direk ve üçlü iki aparatla bir amfiteatr iki yıldır kullanıma açılmıyor. Mazereti var mı? Türk Halk Müziği Korosu, bu kentin gülen yüzü, en güzel sözü... Salonlar tıklım tıklım dolarken neden yetkililerden yeterli ilgi ve destek görmüyor?

“Yıkılan tarihi binaları ve meydanlarıyla kentin hafızası yok edildi. Üstelik başkanlar bunu hizmet diye yaptılar.” Her kafadan bir ses çıkıyor, bir türlü ortak akıl devreye girip çalışmıyor.

“Ben tarihe, tarihin yazdıklarına inanmıyorum. Yalan hepsi de.” / “Tarihi ne kadar biliyorsun? Yazılanların yalan-yanlış olduğunu söylediğine göre, elinde bir yığın bilgi-belge olması gerekir; yalanlayacak, reddedecek, inanmayacak kadar tarihi bilmen gerekir .”

“Bakınız, “günlük tarih yazıcıları” vardır. Onlar, olayların en büyük tanıkları olduğu gibi, anlattıklarını birinci ağızdan dinleyip yazmışlardır. Tarih denilen kaynak, bir sürü kanıt ve tanıkla yazılır. Başka ülkelerin kaynakları ve yazarlarıyla, doğrulanır ya da kuşkulu bulunur. Bir sürü yöntemle, doğrulukları ya da yanlışlıkları veya kuşkulu durumları ortaya konur. İnanmak ya da inanmamak meselesi değildir tarih. Doğrudan doğruya bilgi ve kaynak meselesidir. Tarih bilimdir, bilim inanca göre değil, bilgiye, delile, kanıta göre yapılır. Bu kentin meydanları, binaları, parkları ve anıtsal ağaçlarıyla tarih denen bir hafızası vardı. Birileri geldi ve kanıtlarıyla birlikte bu kentin hafızasını sildi. İtirazı olan, karşı çıkan, durduran oldu mu?”

“Her toplum kendi tarihini yazar. Başka tarihler de onu doğrulamak zorundadır. Aksi halde o, tarih olmaktan çıkar, masal olur. Örneğin, tarih öncesini anlatan masalımsı destanlar vardır. Onlar toplumsal gerçeklere uymadıkları gibi, tarihi gerçeklere de uymazlar. “Doğal gelişimin ve değişimin tamamen dışındadırlar. Ama bunlar toplumların izlerini taşırlar ve kültürlerinde vardır ve onlara “doğal destan” denir. Oğuz Kağan Destanı, Manas Destanı gibi… Tümü de “gerçeküstü, doğa dışı unsurlara ve özelliklere” sahiptirler. 6-7 bin yıllık Sümer tabletleri, 12 bin yıllık Göbekli Tepe buluntuları gerçek değil midir?

“Okuyor musun, araştırıyor, öğreniyor musun? Dağarcığına bir şeyler katıyor, kendini yeniliyor musun?” “Bu kent için, bu insanlar için, neler yapılması gerekiyor ya da neler eksiktir, biliyor musun?”

“Büyük çoğunluğu emekli olan bu halka, parklarda çay on beş lira, kıyı-köşe kahvehanelerde, çay ocaklarında on lira. Enflasyon düştü, düşüyor derken her gıdanın fiyatı boyuna yükseliyor, ekmek, pide zamlanıyor…”

Beynin içi yeni bilgi ve düşüncelerle donatılmadan, mevcutla varılacak yer ancak eskisi olur.

“Her meslek sahibi aydın değildir. Aydın merak eder, sorar, sorgular, öğrenir, değişir ve gelişir. Aydınlanır, aydınlatır. Çağın gerisinde kalmamaya çalışır. Papağan gibi kendini tekrar edip durmaz.” Sorunumuz meslek sahibi olmak değil, aydın olmaktır.

Sevgiyle, esenlikle kalınız…

[email protected]