Bir fotoğraf bazen çok şey anlatır, hele bu fotoğraf tarihi değere sahipse.
Ve de insani anlamda merhamet dileyen çaresizlerin isteklerini yansıtıyorsa yüzlerce kitap yazmaya gerek kalmayacak gerçekleri anlattığını görürüz.
Yıl 1947.
İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş.
Alman faşizmi Yahudilere karşı acımasızca davranarak aileleri paramparça etmiş.
Toplama kampları, öldürülen insanlar geri dönüşü olmayan sürgünler özellikle Yahudilere karşı acımasızca uygulanmış.
Taş taş üstünde kalmamış.
İnsanlık bir kez daha barbar yüzünü göstermiş.
Bugünkü İsrail'in bulunduğu topraklar.
Filistinlilerin vatanı.
Dünyanın dört bir yanındaki Yahudi toplulukları yurt kurmak üzere bu topraklara göç ediyor.
Filistinliler oradalar.
Göç eden Yahudiler adeta yalvarırcasına o toprakların insanı Filistinlilere “Almanlar ailelerimizi yok ettiler siz umutlarımızı yok etmeyin.” diyor açtıkları pankartta.
Ne oldu sonra?
1948’de İsrail Devleti kuruldu.
Güçlendikçe, kuvvetlendikçe, geliştikçe arkasına aldığı başta Amerika olmak üzere Batı dünyasının desteği ile birlikte merhamet dilendikleri topluma eziyet edip yerlerinden uzaklaştırmaya başladılar.
Böylelikle Filistinlilerin hem nüfus hem de toprak bakımından azınlığa düşmesini sağladılar.
Ortadoğu tam bir satranç tahtası.
Oyunu iyi kurup hamlelerini yerinde yapan maliyeti kan ve gözyaşı da olsa kazanıyor.
Fanatizm, ayrılıklar, radikal düşünceler Ortadoğu'da zaman zaman kardeşi kardeşe bile düşman ederken İsrail'in siyonist ideolojileri de huzursuzluğun kaynağını oluşturuyor.
Öte tarafta Filistin halkı güçsüzlüğüne rağmen kendi aralarında ortak hareket etme becerisini gösteremiyor.
Bu da tabii ki İsrail'in işine yarıyor.

Her ne olursa olsun hastaneyi, okulu, camiyi, kiliseyi, pazar yerini vuran, gıdaya erişimi kısıtlayan, suyunu elektriğini keserek halkı çaresizliğe iten, çoluk çocuk kadın yaşlı sivil demeden acımasızca başlarına bomba yağdıran İsrail'in atalarının gemi üzerine astığı o pankartı unutmaması lazımdı.
Hani bizde bir söz vardır: “Düşmez kalkmaz bir Allah'tır.” diye.
Tarihin tekerrür etmeyeceğine dair garanti var mı?
Silahlar sussun, gözyaşı dinsin, masumlar ölmesin, bölge huzur bulsun.



ANAVATANI UZAKDOĞU AMA TRABZON İSMİNİ TAŞIYOR 

Trabzon hurması…
Subtropik (yağışı bol sıcaklığı çok olan bölgeler) iklim kuşağında yetişmekle birlikte ılıman iklim kuşağında da yayılmıştır.
Ülkemizde çok eskilerden beri yetiştiriciliği yapılmaktadır.
Trabzon hurması, hurma, amme, aşılı uvaz, Rus hurması, Japon hurması, Batum hurması, cennet hurması diye de bilinir.
Ülkemizde üretim, pazarlama ve iç tüketim henüz yeterli değildir.
“A vitamini ve karbonhidratlarca zengindir ancak kalorisi düşüktür. Genellikle yabani tiplerin besin değeri daha yüksektir. Lif bakımından zengindir. Buruk olmayan çeşitler sertken doğrudan tüketilebilir. Meyveler kurutulabilir ve kış-yaz boyunca tüketilir. Dondurulabilir, marmelat, kek, püre, sos, dondurma, krema, muhallebi yapımında kullanılır. Meyveler, Kalp damar- sindirim sistemi hastalıkları açısından yararlıdır. Yüksek tanen içeriği nedeniyle bağışıklık sistemini kuvvetlendirir. İştah açar, ishali ve mide gastritini önler, bağırsak iltihabını iyileştirir, kansızlığı giderir. Lifler sindirilmemekte ancak sindirim sisteminin düzenli çalışmasında önemli rol oynamaktadır (günlük önerilen lif tüketimi 30g).”
Böyle diyor uzmanlar Trabzon hurmasının yararları için.
Anavatanı Çin’dir. Buradan Japonya’ya yayılmış, büyük ölçüde üretimi yapılmıştır (Japon elması). Daha sonra Hindistan, Seylan, Avustralya’ya ve İpek Yolunun önemli bir liman kenti olması dolayısıyla Trabzon üzerinden Türkiye'ye gelmiş ve ismi de bu yüzden “Trabzon hurması” olmuştur.
Çeşit sayısı Çin’de 1050, Japonya’da 500 ve Kore’de 186’dır.

Japonlar, Trabzon hurmasını ilaç ve diğer sanayi dallarında da kullanmaktadır.
Enfeksiyon ve bağışıklık sistemlerini güçlendirme konusunda yararlı bir meyve olan Trabzon hurması maalesef ülkemizde yeterince kıymet görmemekte.
Kurutularak çerez niyetine de yenilen Trabzon hurması Trabzon ismini taşımasına rağmen köylerimizde giderek yok olmakta.
Fındık bahçelerinde ya da köy evlerinin kapılarında tek tük rastlanan bu meyvenin ismini taşıdığı ilde ticari karşılığı olmaması enteresan ve anlaşılır değil.
Bu konuda Tarım İl Müdürlüğü’ne görev düşmektedir.
Çoğunlukla Akdeniz illerimizde üretimi yapılan bu yararlı meyvenin bilimsel araştırılması yapılarak sağlık sektöründe kullanılmaya başlaması bölgemize önemli girdiler sağlayacaktır.
Japonlar, meyvenin yaprağından, çekirdeğinden etken maddesinden elde ettikleri ilaçla Covid-19 hastalığına karşı bağışıklık sağladıklarını açıklamıştılar.
Aynı Japonlar; Japon, Çin hurması diye de anılan Trabzon hurmasının literatürdeki ismini değiştirmeden yayınlarında kullanmaktadırlar.
İki ünlü Japon ressamı 1800’lü yıllarda Trabzon hurmasının çizimini yaptığında Trabzon'da aynı meyve üretiliyordu.



PADİŞAH DA OLSAN BİR AHU GÖZLÜYE ŞİİR YAZASIN GELİR

Hemen her gün önünden yüzlerce insan geçer.
Bazen dua okuyan da olur.
Gülbaharhatun Camisi’nin hemen yanı başındaki türbe Osmanlı İmparatorluğu’nun 9. Padişahı Yavuz Sultan Selim'in annesine ait.
Yavuz Sultan Selim 1487-1510 tarihleri arasında Trabzon Valiliği yaptığı sırada vefat eden annesine bir türbe ve cami yaptırdı.
Türbe ve cami aynı adı taşıyan Gülbaharhatun Mahallesi’nde güzel bir Türk İslam eseri olarak günümüzde önemli bir kültür varlığı vasfını halen korumakta.
Yavuz'un babası II. Beyazıd, dedesi Fatih Sultan Mehmet Han.
Oğlu ise Trabzon'da Hafsa Sultan'dan doğan Kanuni Sultan Süleyman.
Gülbaharhatun Camii ve Türbesi’ne baktığımızda, Türk tarihinin önemli şahsiyetlerini hatırlatan tarih dersinin içinde bulursunuz kendinizi.
Yavuz Sultan Selim Trabzon Valisi iken bile İmparatorluğunun sınırlarını genişletmek adına Gürcistan ve doğu bölgelerinin içlerine kadar fetihler yapmıştı.
Yavuz batıdan çok Ortadoğu'ya önem vermiş ve çetin savaşlardan sonra Mısır'a kadar o bölgeyi fethetmiş Arap Yarımadası’nı alıp Mekke ve Medine'nin hizmetçisi olarak anılmaya başlamış ve halifeliği de üstlenerek Osmanlı Devleti’nin gücünü bir o kadar daha arttırmıştır.
Birçok savaşta ordularının başında bulunan sert mizaçlı disiplinli bir Padişah olarak bilinen Yavuz'un en önemli özelliği de sanat erbabı, yazar, şair ve ilim sahibi yetişmiş kişilere değer verip onlarla sohbet etmesiydi.
Kendisi de şairdir.
Divan tarzında yazdığı eserlerinde Selim’i mahlası kullanırdı.
Arapça ve Farsçayı çok iyi bilen Yavuz’un Türkçe şiirleri de vardı.
Döneminin en görkemli dünya imparatorluğunun lideri olan savaş ve fetihlerle kıtalararası toprakları ülkesine kazandıran Yavuz'un bir şiiri vardır ki bugün bile halen okuyanı duygulandırıp gönül dünyasının içinde fırtınalar estirir.

Önce şiiri okuyalım.
Sonrasında öyküsünden söz ederiz:
“Şirler Bile
Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek
Giryemi füzun eşkımı hun etti felek
Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek.”

Yavuz bu şiirinde diyor ki,
Bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yaptı ki.
Gözümü kan içinde bıraktı, aşkımı artırdı.
Benim pençemin (gücümün) korkusundan aslanlar (bile) titrerken.

Peki kimdir bu ahu gözlü kız?
Rivayetler derler ki bir Türkmen kızıdır.
Anadolu’da bir yerlerde savaş meydanında otağını kurmuş olan Yavuz'un çadırına hizmet eden bir Türkmen kızına gönlünün sırlarını şiiriyle dile getirmiştir.
Yine derler ki bu Türkmen kızı Hafsa Sultan’dır.
Hoş ve güzel bir anı.
Padişah da olsan kalbinde taşıdığın sevginin bir şekilde dile gelmesi gerekiyor.
Kılıç erbabı olabilirsin.
Ama aynı zamanda kalem ve kelam erbabı olmak çok ta kolay iş değildir.
23 yıl Trabzon'da valilik yapmıştı ya Yavuz genç yaşlarında…
Kalem ve kelam ehli bir muhitte yetişmiş demek ki bu tarihi kentte.
Trabzon sadece Kanuni Sultan Süleyman'ı değil Yavuz Sultan Selim’i de yetiştirmiş ve Türk tarihine kazandırmış.
Bu tarihi şahsiyetlerin yetişip önemli devlet adamı olmalarının yanı sıra kültür sanat alanında da eser vermeleri Trabzon'daki kültürel iklimin zenginliğinin geçmişten günümüze kadar gelen birer kanıtıdır.
Ama biz yine Yavuz'un dizeleri ile bitirelim yazımızı ve o Türk İslam eserlerinin önünden geçerken şöyle bir maziyi hatırlayarak içten bakan bir “ahu gözlü” nün Padişah ta olsa insanın gönlünü çelebileceğini düşünelim.
Sevginin ne zengini ne fakiri ne de padişahı varmış.
O kudretli padişah şiirlerinde bu dünyanın üzüntüsünün bitmeyeceğini çünkü bedenimiz zaten doğuştan gamla yüklenmiş dediğine göre sevgiye şiir yazmaktan geri durmamak lazım.
“Bütün dünya benim olsa gamım gitmez nedendir bu?
Ezelden gam türabıyla yoğrulmuş bir bedendir bu.”

*Türab: Toz,toprak