Zamanın kıyısından geçerken bu şehre yaslandım. Bu şehir benim doğduğum ve büyüdüğüm şehirdi, fakat asla ben olamadığım bir şehir. Beni ben yapan neydi? Şehir mi? Ondan yıllarca uzak kalmışlığım, onun bana dokunamayışı benim ona... Uzaklıklar içinde geçen bir çeyrek asır. Zamanın kıyısındaydım diyorum. Bir gün bu şehrin kıyısından uzaklaştım ve enginleri gördüm. 

İnsan ne kadar kendi olabilir ve ne kadar kendi kalabilirse ona geri döndüm. Vardığım zaman anladım ki, ne şehir aynıydı ne de ben. Şehir sadece bir yanılsamaydı... 

Sahiden yuvaya dönüş var mıydı? Yoksa yuva insanoğlunun sadece içinde barındırdığı bir düş müydü? İnsan bir düşten uyanınca şehir elinde kalan mıydı? İnsan bir şehirden gittiğinde ondan geriye ne kalırdı?

Zamana yazılanlar, okuduklarımız, geçmiş, bugün ve gelecek... 

İnsan ne kadar kendi olabilir, şehir ne kendi kalabilir?

Zaman değişiyordu ruhumuzdaki kalabalıklardan uzaklaşıp tek tek şehre dönüyorduk. İnsanın sınandığı tek gerçek vardı o da kendisiydi. Fakat şehir kendi gibi kalmalıydı! Madem bizi zamanla sınayan bir dünya bu. İnsana neden tutunacak bir duvarı bırakmıyorlar. Bu kalabalıktakiler kimler, neden tanıdık kimsemiz ve zamansızlık duvarlarımız neden yok? Düşmek üzere olduğumuzda tutunduğumuz bir zamansızlık duvarı. 

Acı Sarı ve Zamansızlık Duvarı

Daha çocukken o sarı duvarlara tutuna tutuna bu şehri dolaştım. Daracık sokaklarından, Arnavut kaldırımlarından ve tozlu duvarlarından geriye ne kaldı? 

Şehrin duvarlarına ellerimle dokunarak şehrin tozunu alıyordum. Bazen kiremit kırmızısı bazense beyaz ama çoklukla acı sarı bir düş siniyordu parmak uçlarıma. Şehrin sokaklarına serpilmiş bir çeşmede hemen ellerim yüzüm yıkanıp temizleniyordu. Toz insanın üzerinden silinir gider ama ruhundan asla. 


Zamanın Tozu

Bizim hikayemiz de “Acı Sarı” bir şehrin geçmişinin içinde yaşamak, bu düşten uyandığımızdaysa gri bir göğün altında tanımadığımız bir şehirle karşılaşmak varmış. Bilge Karasu'nun ölümünün ardından toplanan metinlerinden oluşan lağımlar Anası ya da Beyoğlu kitabında şöyle diyor, “Bilmez misin düşle uyanıklık arasındaki bocalamayı? Hiçbirini kabul etmek istemez insan... Bilmez miydin eskiden düşleri gerçekliğe çevirmeyi?”

Düşler gerçeğe çevrilir mi? Yoksa geçmiş sende kalan bir düş olarak bir görünüp kaybolur mu? Zamanın kıyısında kalan, gölgen gibi...

Tavanda gezinen gölgeler silinip gidiyor ve gece olanca ağırlığıyla odanın içine doluyor. Şehrin, rutubet kokusu sinmiş kapı arkalarına, köşelerine ve kuytularına... Karanlığı yararak sessizliğin fermuarı açılıyor.

Gün yavaş yavaş şehre iniyor, bulutların sessizliğinde geçecek saatleri bekliyoruz.  Arnavut kaldırımları yok, sokaklar yok, şehrin çeperlerindeki beton bir site içinden kararmış gökyüzüne bakıyoruz. Ve soruyoruz; ne kadar şehir ne kadar biz?