Son yıllarda özellikle bakıyorum şu açılımlar hassasiyeti(!) ile ‘Millet’ diyenlerin ‘Türk milleti’ demekten itina gösterdiği bir süreç yaşıyoruz..
Dün anlı, şanlı sözde bir bilim, siyaset adamını izlerken ‘Milletin adına ne gerek var ki, Anadolu milleti dersiniz çıkarsınız’ sözleri karşısında yazmamak mümkün değil. Çünkü ortamı boş bulmuşlar!..
İyi beyin yıkıyorlar..
Hele hele bölücü zihniyetlerin, bu ülkenin Güneydoğu’sunda yaşayanların, doğanların bu büyük milletin bir parçası olmadıkları şeklinde ayrılıkçı mesajlar vermesi hazmedilecek gibi değil..
Ortada bir millet varsa var, o büyük milletin adını siz ırkçılık gibi safsatalarla söylemezseniz, kabul etmeseniz de dünya tarihi yazıyor..
Nasıl Alman, Fransız, İngiliz varsa Türk milleti de var.
Söylememeye yetiyor(!) ama silmeye kimsenin gücü yeter mi?
Bu ülkede tek vatan, tek millet, tek bayrak varsa bütün bunların önünde de 'TÜRK' vardır.
İsteseler de, istemeseler de vardır!..
Bütün dünya A'dan Z'ye söylüyor!.
Aslında acı olan da bu ya!
Ortada millet olacak ama adı olmayacak!
Onlara cevap anlamında verilecek öylesine güzel, tarihi öyküler var ki, okuyunca duygulanmamak mümkün olmuyor.
Bir yaşanmış öyküyü yıllar önce İstanbul Moda'da ikamet eden 90 yaşındaki Sayın Dr. Ömer Musaoğlu anlatmış, yaygın medyada da yer almıştı.
***
1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye gitmiştim. Görev yaptığım hastanede başımdan geçen ilginç bir hadise şöyle:
Amerika’ya gittiğim ilk yıllar... New York’ta Medikal Center Hospital’da görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektro kardiyografi çekmek gibi işler...
Yeni gelmiş doktorlar hemen doğrudan hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.
Bir hastaya gittim.
Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında ‘Kan vereceğim kolunuzu açar mısınız?’ dedim.
Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı. Kolunu açtım. Baktım pazusunda Türk bayrağı dövmesi var. Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim:
‘Siz Türk müsünüz?’
Kaslarını yukarıya kaldırarak ‘hayır’ manasında bir işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum.
‘Peki, bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?’
‘Aldırma, öylesine bir şey işte’
dedi.
Ben yine ısrarla; ‘Fakat benim için bu çok önemli; çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...’ dedim.
Bu söz üzerine gözlerini açtı.
Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:
‘Siz Türk müsünüz?’
-Evet Türk’üm.
İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı.
Anlatmaya başladı:
‘Yıl 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de. Orada savaşmak üzere bütün Hristiyan devletlerden asker topluyorlardı.’
Ben, Avustralya Anzaklarındandım. İngilizler bizi toplayıp dediler ki;
‘Barbar Türkler Hristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe almış durumda. Birlik olup üzerlerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.’
Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık.
Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk ediyormuş.
Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alıp Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm.
Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler geceyi gündüze çeviriyordu.
Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk.
Teknolojik yönden çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık.
Peki, onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi?
İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, yüreklerindeki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Biz karaya çıktık. Taarruz edeceğiz, bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi yine püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz...
Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam.
İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerinden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı.
Şok oldum doğrusu.
Dedim ki kendi kendime:
‘Bu adamlar isteseler beni şu anda öldürürler ama öldürmüyorlar, beni doyuruyorlar.
Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler.’
Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla ‘Yazıklar olsun bana’ dedim.
Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki...
Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce.
Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:
“Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzereyken yaralarımı iyileştirerek sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türklerdi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk.
Ne garip değil mi?
Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türk ile böyle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim.
Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.”
Bu sözlerin ardından nemli gözlerle ‘Bana adınızı söyler misiniz?’ dedi.
‘Ömer’ cevabını verdim.
Merakla tekrar sordu: ‘Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?’
-Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.
-Senin adın Müslüman adı mı?
Ben, ‘Evet, Müslüman adı’ deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki:
“Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar ‘Josef Miller’ şimdiden sonra ‘Anzaklı Ömer’ olsun.”
'Olsun' dedim.
-Peki, hekim beni Müslüman eder misin?
Müslüman olmak zor mu?
Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti.
Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş
'Tabii' dedim. 'Müslüman olmak çok kolay.'
Sonra kendisine İman’ın ve İslam’ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem Kelime-i Şahadet getiriyor hem de ağlıyordu.
Mırıldandı:
‘Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden teşbih çekerek Tanrı’yı ansam olur mu?’
Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Tanrı’yı zikretmeyi ihmal etmiyormuş.
Sonrasında bir tespih bularak kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk.
Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti:
‘Beni yalnız bırakma olur mu?’
-Ne gibi Ömer amca?
-Ara sıra gel de bana İslam’ı anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun.
O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor.
O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu.
Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum:
‘Doktor Ömer, lütfen, 217 numaralı odaya gelin!’
Hemen yukarı çıktım.
Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanıyla koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.
Hemen başucuna oturdum, kendisine Kelime-i Şahadet söylettim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti...
Ne yalan söyleyeyim ağladım, ağladım, ağladım...
***
Sevgili okurlar, okuyunca gözlerinizin dolmaması mümkün mü?
Büyük bir derstir bu anı.
Kimmiş bu millet!
Dünya tarihinde müslümanlığı en iyi şekilde yaşayan, yaşatan, Arap dünyası gibi ABD'nin, İngilizin, Batı’nın hegemonyasına girmeyen, sömürüsü ve uşağı olmayan, kullanılmayan ve temsil edendir bu millet!
Bu millet Türk milletidir!
İyi pazarlar sevgili okurlar..