Türk milliyetçileri aktif olarak siyaset sahnesine çıktıkları 1944’li yıllardan sonra, yüzyıllarca tahrip ve ihmal edilmiş milli kimliklerini arama ve onunla şekillenme çalışmalarını hızlandırdılar. Ancak, buna henüz hazır olmayan devlet bürokrasisinin ördüğü kalın duvarları aşamadılar.
Esasında 1889 yılında, “mektebi tıbbiye öğrencileri” arasında mevcut iktidara karşı duruş sergileyip, imparatorluğun kaymağını yiyen azınlıkların elinden devleri kurtarmaktı amaç. Trablusgarp, Balkan ve birinci dünya savaşı sürecinde olgunlaşan bu gelişme, Çanakkale’de ete kemiğe bürünerek, kurtuluş savaşında tamamen arınmış bir Türk milliyetçiliği fikri olgunluğuna ulaşmıştı. Bu olgunluk Atatürk ile devlet yönetiminde teoriden pratiğe çevrilerek uygulanmaya başlanmıştı. İmparatorluğun geleneksel yapısından kaynaklanan milli hassasiyetlerin eksikliği tespit edilerek, sosyal hayat yeniden tanzim edilmeye başlanmıştı. Başta dil olmak üzere, hemen her alanda millileşme süreci hızlandırıldı. Asırlarca dinimizi aracılardan öğrenmeye çalışan milletimiz için Yüce Kuran meali hazırlatılarak milletimizin aracısız olarak Kur’an’ı öğrenme imkanı oluşturuldu. Kendine güvenini kaybetmiş bir millet yeniden derlenip toparlanarak milli bir güç haline gelmeye başlamıştı.
Atatürk’ün dünyadaki gelişmeleri yakından takip etmesi ve onların sebeplerini çok iyi okuması neticesinde yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti her alanda müthiş atılımlar yaparak, bizim nesillere aynı zamanda muhteşem bir kültürel ve manevi miras bıraktı.
Türk milliyetçileri bu mirasın paylaşımında ve sahiplenilmesinde başlangıçta isteksiz davrandılar. Bunda, dini yapılanmaların Atatürk’ü yanlış anlatmaları kadar, sol kesimin de onu göklere çıkaran sahiplenmesinin rolü büyüktü.
Bu konu şimdiye kadar üzerinde gerektiği kadar durmadığımız bir konudur.
Felsefeyi, daha 13-14.y.yıllarda kendi eğitim sisteminden çıkarıp, tek kanadıyla da martılar ile yarışabileceğini zanneden ancak, bu beyhude gayret sırasında da diğer kanadını kırıp hala hızlı uçma iddiasında bulunan bir gelenekten gelen nesilleriz. Evet, sol, Atatürk’ün devrimcilik yapısını anladı ancak gerçek yönlerini ihmal edip, ideolojik sığ bir kopyasını kendisine rehber edindi. Onun; dini, yobaz zihniyetlerin elinden kurtarıp, gerçek anlamda inananların ihtiyacı olduğunu ortaya koymak gayretlerini; “dinin gereksizliği” şeklinde tevil ettiler.
Bu inkar da bizim ayrılma noktamız oldu. Biz de bundan dolayı Atatürk’ün devrimcilik ruhunu anlamakta çok istekli davranmadık!
Ne zaman bu gerçeği anladığımız sorulursa, siyasal İslam’ın ve İslamcıların, devleti bir bütün olarak ele geçirip bedevi bir anlayışı, özgürlüklerin, insan olmanın, Cumhuriyetin kazanımlarının önüne koymayı başarı saydıkları seksenli yılların sonrası, özellikle son yirmi yıllık süreyi örnek gösterebiliriz.
Atatürk’ün gerçek “solidarist” anlayışını, toplumlarına halk adına diktatörlük getirenlerin bağnaz ideolojik anlatımlarına feda edenler, bu gün Atatürk sayesinde elde ettikleri özgürlüklerin bir bir ellerinden uçup gittiğinin farkında bile değiller!
Hiç olmazsa bizler kendi yanlışlarımızın ve de eksikliklerimizin farkındayız.
Varlık sebepleri bağımsız bir vatanın olması olan dini yapılanmaların biri hariç hemen hepsinin Atatürk’ü düşman bellemelerinin kendilerine göre doğru, bize göre kesin yanlış olan bir takım uydurulmuş yalanlara bağlı sebepleri vardır. Ancak dünyada hiç bir millet kendi varlık sebebi olan bir lidere, bizim Atatürk’e düşman olduğumuz kadar yabancı değildir. Bu yetmiyormuş gibi; tarihte kurduğu devleti Türk milliyetçiliğine göre yöneten başka da bir devlet yöneticisine sahip olamadığımız halde, Türk milliyetçileri olarak bizler de Atatürk’ü gerçek kimliği, kişiliği ve devrimciliği ile tanıyıp sahiplenemedik. Bu konuyu yeniden gündemimize alıp üzerinde önemle durmamızın zamanı gelmiş ve hatta geçmektedir.
Atatürk’ü geç anlamanın ve tanımanın bugünkünden daha ağır bedellerinin olabileceğini bilelim ve de unutmayalım!