Bu devlet, özellikle elliden sonra, verdiği aylıklarla, izlediği fiyat politikalarıyla satın alma gücünü artırarak güldürmedi kamu çalışanını, öğretmenini, halkını, işçisini, köylüsünü. Kendisi gibi hep ekonomik sıkıntılar, zorluklar, kırizler içerisinde yaşattı. Yönetenler “darbelerde, ihtilallerde, sihirli değnek”  arayarak sorunlardan kurtulmaya çalıştılar. Oysa sorunlar, eğitim, akıl, bilim ve bilimsel yöntemlerle çözülür; ülke kalkındırılarak, yurttaşları refaha, huzura kavuşturularak ilerletilir, yükseltilir. Bunların hiçbiri yapılmadı, herkes küpünü doldurmakla uğraştı, yandaş düşünüldü, vatandaş düşünülmedi. Sözüm ona her türlü özgürlük getirildi; ama ekonomik düzlüğe çıkılmadan “seyahat özgürlüğünü”, kitap alıp okuyamadıktan, yazıp-çizip konuşamadıktan sonra “düşünce özgürlüğünü” ne yapayım?

Bu toplum Çanakkale’de, “varoluş” savaşını verdi. Ben ancak emekliye ayrıldıktan sonra o “kutsal” yerleri görmeye gidebildim. Mahşerin yaşandığı o cehennemde çarpışarak iç içe geçen mermilerin, şarapnellerin, “size ölmeyi emrediyorum” diyen Mustafa Kemal’in cephelerini, Türk, Anzak, İngiliz, Fıransız mezarlıklarını, sahra hastane alanlarını ve her karış toprağında yatan yüz binlerce şehidi duyup anlamaya çalıştım. “Siz İngilizler, siz Fıransızlar, Siz Anzaklar binlerce kilometre uzaktan gelerek bu topraklarda ne arıyordunuz” sorusunun yanıtını bulmak için çırpındım. Emperyalizmin canavarlığını gördüm.

93’te borç ederek aldığım bir Şahin’le, yine borç ederek eşim ve can dostu karı-koca iki akrabamla 27 günlük bir geziye çıktık. Öğretmen Evleri’nde ve İş ve İşçi Bulma Kurumu misafirhanelerinde yatıp kalktık. Otellerde, tatil köylerinde kalacak paramız yoktu, hiç de olmadı. Emekliye ayrıldıktan sonra yapabildiğimiz hazırlıklarla-uygun turlarla-yurt içi ve yurt dışı gezilerine katıldık. Azan terör ve son iki buçuk yıllık “korona salgını” özgürlüklerimizin tamamını alıp götürdü ve insanları evine tutsak etti. Munzur Gözeleri seyahati ilaç gibi geldi.

Geziye çıktığımız 93 iki temmuzunda Kayseri Madımak Oteli’nde yaşanılan yangın katliamını Nevşehir’de öğrenmiştik. Ortaçağ karanlığından çıkamayanların vahşice yakarak öldürdüğü insanlar, salt bu toplumun aydın kafaları değildi: Yaktıkları akıldı, bilimdi, düşünceydi, sanattı, sevgiydi, hoşgörüydü, insani tüm erdemlerdi, dünyanın “en kutsalı” yaşama hakkıydı. Çok derin bir üzüntünün içerisine düştük, şok olduk. Geri dönüp dönmemek ikilemini yaşarken üç gün sonra Kemaliye Başbağlar katliamını öğrendik. Erzincan ne ölümler görmüştü, 39 depreminde yaklaşık 33 bin insanını, 92 depreminde de 653 insanını kaybetmişti. Türkiye acılarla pişmiş, acılarla yanıp kavrulmuş bir ülkedir: Maraş, Çorum olayları ve Ankara Garı katliamı, “geliyorum” diye çığlık atan, 301 işçiyi yutan Soma faciası belleklerden silinmedi, kimse de unutturamaz ülkeye yapılmayan hizmetlerin ödenen ağır faturalarını. Acıyı yaramıza tuz basar gibi yüreğimize gömdük; “yolcu yoluna gerek” deyip 27 günlük gezimizi tamamladık.  

Gezi, zamandan ve mekandan kurtulmak, farklı bir boyuta geçmekti. Hem düşünce, hem de yaşayış biçimi olarak sıkıntı veren, durağanlaşan, alışılagelen ve alışkanlığa dönüşen davranış biçimlerinden, görsellerden kurtulmaktı. Gezi değişik mekanlarda insanın kendini yenilemesi, tazelemesi, kendine getirmesi, soluklanmasıydı. Uzun bir süre evlerde tutuklu kalmak insanın ruhsal yapısını aşırı derecede bozmuştu zaten. Bunlar zamanla yük oldu omuzlarımızda, ağırlaştılar, nefesimizi kestiler; yaşamı çekilmez kıldılar. Gezi, o yoran ortamdan kopmak, uzaklaşmak, sevdiklerimizi yeniden özlemek, hayatı canlı, diri kılmaktı.   

Samsun’a, Sinop’a, Kastamonu’ya, Eskişehir’e, Amasya’ya, Kemaliye’ye yapılan turlara katılmıştık. Bugün yine bir 2 Temmuz günü yollardayız. Terörün en çok yaşandığı topraklara gidiyoruz. Zigana’yı çıkıp ineceğiz, Köse Dağları’nı, Ahmediye Geçidini aşıp Erzincan Ovası’na gireceğiz.

Sabah sekizde hareket ettik Moloz’dan. Kahvaltımızı yolda yapacağız. Çok zaman oluyordu Erzurum yolundan geçmeyeli. Ne kadar çok tünel açılmıştı dağlarda, virajlarda. Kimi kentler, kasabalar uzun tünellerle bay-pas edilmişti. Maçka’yı, Torul’u, Gümüşhane’yi görmeden geçtik. Görüntüyü zenginleştirmek için tünelden gitmemek gerekti. Düzgün yol, dönemeci ve ölüm riskini büyük ölçüde ortadan kaldırıyordu.

Zigana yanılttı bizi. Daha zaman Karadeniz tarafı duman-çise-yağmur olur, tünelin karşı ucu güneşle karşılardı insanları. Karaca Mağarası’na, Limni Gölü’ne giderken öyleydi. Şimdi ormanlarını, zengin çiçeklerini göremediğimiz Zigana’nın Torul tarafı duman-çise ile kaplıydı, iklim mi değişmişti ne? Alçaldıkça, bulutlar yükseklerde kaldı. Kahvaltıdan sonra açık ve güzel bir hava ile Köse-Erzincan yoluna girdik. Sıcak seviliyor, uzun bir kıştan sonra güneş insanı mutlu ediyordu.

Ahmediye Geçidi 2100 metre idi. Belli ki, kar yeni kalkmıştı. Güneşi gören topraktan hayat fışkırıyordu. Çayırı, çiçeği, adları sıralansa bir kitabı doldururdu. O kadar çok çiçek vardı ki, sarıdan mora, kırmızıdan turuncuya, maviden eflatuna, irili-ufaklı, küçüklü-büyüklü, kekiğinden korungasına, keveninden kuşburnuna kadar her yan çiçekti. Doğa bilimciler bu adları bize bahşetseler, ne kadar mutlu olurdum. / Rüzgar insanı rahatsız edecek kadar şiddetli, arının uçmasını zorlaştıracak kadar güçlüydü 150-200 metre. aşağıda kuytu ve düz bir alanda, çiçek denizinin ortasına kovanlarını sergileyen arıcı işini biliyordu. Nasıl güzel olmazdı bin bir çeşit çiçekten alınan bu bal? Durduk, fotoğraflarını çektik çiçeklerin, dağların, tepelerin.

Erzincan uzakta değildi. Bakırcılar Çarşısı’nı gezecektik. İç alanda bir çay içecek ve Çağlayan beldesi Girlevik Köyü’ndeki Girlevik Şelalesi’ni görecektik. Dönüşte Erzincan’ın meşhur yaprak döneriyle, İskender’ini yiyecek, Pülümür yolunu tutacaktık.

Kent merkezinden 33 km uzaktaki şelale muhteşem bir güzellikteydi. Doğaldı. Hiçbir bozulma ve tahribat yoktu. İnsanların para kazanma hırsından dikecekleri betonlarla “güzelleştiriyorum” derken yapacakları doğa katliamından korkuyordum. Çevredeki ağaçlar, bitkiler, çayırlar, çiçekler egemenliğini sürdürüyordu. Henüz beton girmemişti Girlevik’e. Kızgın güneşin altında sağladığı serinlikle, yükseklerden yaşmak yaşmak dökülen sular, insanların içini sevinçle dolduruyor, gülümsetiyor, mutluluk veriyordu. Şelalenin muhteşem görselliği ile bolca fotoğraf çektik ve o anı, dostlarla birlikte, zamanda dondurarak ölümsüzleştirdik. 

Hala terör korkusu vardı içimizde. Beynimizin bir yerlerinde pusu kurmuş, yatıyordu. Bizi endişelendirmeye, kaygılandırmaya neden oluyordu. Vakit akşama ermeden Tunceli’ye varmalıydık.

Ergan ve Köse Dağları’nın koyaklarında hala kar kürtükleri duruyordu. Kışı anımsatıyorlardı. Ama bu sıcak ortamda kar çiçek gibi görünüyordu.

Bu fahiş pahalılığa ve yüksek enflasyona rağmen Erzincan döneri harika ve ucuzdu. Pülümür Dağları’nı çıkıp inecektik. Dağlar, vadiler, ülkemin gizli hazineleridir. Onları tek tek göreceğiz, keşfedeceğiz, doyasıya seyredeceğiz.

Pülümür “vatandan sayılmıyordu”, yaşam koşullarının ağırlığından ötürü siyasetle ters düşen kamu çalışanları Pülümür’e sürgün ediliyordu. Vatan toprağı sürgün yeri olabilir miydi? Kafa, Osmanlı kafası olunca, vatan toprağı sürgün yeri olurdu. Demek ki, kimi yerler daha değerli ve yaşanılır kılınmış, kimi yerler de Pülümür gibi bırakılmıştı. Vadinin başlangıcında Pülümür yalnız, kimsesiz, umarsız geldi bana.

Yollarda su bulup alamadık. Durduk Pülümür’de. Munzur Suyu ile Pülümür’de, şişede tanıştık. Marketin hemen sağındaki bahçede, çitin dışında çok güzel bir turuncu çiçek karşıladı bizi. Gogul Efendi “Acem Lalesi” dedi. Bir iki kare fotoğraf çektikten sonra, “milliyetçiliğin her türünü ayakları altına alan, Andımızı kaldıran, Türkiye’nin her tarafından Ne Mutlu Türk’üm Diyene” sözünü kazıyıp yok eden gözler, Pülümür’ün karşısındaki dağın eteğinde “göremedikleri”, vadide nöbet tutan askerlerin yazdığı “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü gördük. Gönlümüzü okşayan yazı pırıl pırıl parlıyordu. Siyasetin bu söz karşısındaki yenilgisi sevindirdi bizi. Gücü, teröre nöbet tutan ve can veren askerlerin yazdığı “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü bu dağlardan silmeye yetmedi. 

Pülümür, Tunceli ve Ovacık insanları dış görünüş olarak son derece çağdaş giysiler içerisindeydiler. Pülümür vadisinde rastladığımız kadınlar, genç kızlar dağ çiçekleri arılığında, duruluğunda ve özgürlüğündeydiler. Hiçbir çağdaş kadından farkları yoktu. Pülümür’de olsun, Tunceli’nde olsun, Ovacık’ta olsun şalvarlı ne bir erkek, ne de bir kadın gözümüze ilişti.

“Hanım Köprüsü”, “tarihi” dediler. Durduk, gördük, fotoğrafladık. Tarihi hiçbir özelliğini göremedik, tarih yoktu onda. Nedense bu ülkede “onarıyorum, tarihi, kültür miraslarını koruyor ve yaşatıyorum” diye tarih, kültür ve kalıntılar yok ediliyor. Aynı yanlışlığı Sümela Manastırı’nda da gördük. Bina, yirmi birinci yüzyılda yeniden inşa edildi; tarihi hiçbir özelliği kalmadı. Tek dokunulamayan yeri, mağaranın tavanındaki firesklerdi. Cehaletten mi, kasıtlı olarak mı, yoksa saygısızlıktan, para hırsından mı yapılıyordu bu yanlışlıklar, bir türlü anlayamadım. Köprü onarıldı ve “tarihi” hiçbir özelliği kalmadı. Tarih gitti yeni bir Hanım Köprüsü yapıldı. 

Pülümür Dağları’ndan doğan ve adını verdiği vadiden akan Pülümür Çayı yemyeşildi. Karabalık ve alabalık buz gibi sularında yetişiyordu. İki yerinde halk pilajı yapılmıştı. Pilaja gidemeyenler pilajı ayaklarına getirmişlerdi. Hele Kara Haydar’ın yeri muhteşemdi. Kayanın üstüne inşa edilen binanın alt kısmına çok geniş ve büyük “çay içme balkonu” kondurdular. İki tarafından akan Pülümür Çayı çok güzel bir manzara oluşturuyordu. Hele geldiğimiz yöne bakıldığında nehrin yarattığı kanyon görülmeye değerdi. Dar alana sıkışmış sular deli danalar gibi akıyordu.

Kanyonun üstünde, yol kıyısında “THE GEYİK” yazan bir tabela vardı. Anlamını sorduk. “Bu mıntıkanın adı” dediler. “Burada sürüler halinde dağ keçileri yaşıyor. Ondan bu adı verdiler.” “Avlanmazlar mı” diye sorduk. “Asla” dediler, hem cezası çok büyük, hem de Ana Fatma’nın kutsallığını taşırlar. İnanç olarak da dokunulmazdırlar.” Çay balkonundan kuş bakışı seyrettiğimiz nehir ve pilaj çok görkemliydi. Martılar yalnız bırakmıyordu insanları. Pülümür Çayı’nda Kerbela katliamından geldiğine inanılan kan damlacıklarının oluşturduğu kırmızı benekli alabalık, karabalık doğal olarak yetiştiği gibi çayda rafting de yapılıyordu. Ancak gençler zevk için balık tutuyorlarmış. Ekonomik anlamda balıkçılık yapılmıyormuş. 

Pülümür ve Munzur çaylarının buluştuğu Tunceli’ne ulaştığımızda güneşin batış parlaklığı ufukta asılı duruyordu. Bir dost ile ulaşılan Maçoğlu Başkandan randevu alınmıştı. “Madımak’ta yakılan aydınlanma şehitlerinin anma etkinliği konuşmasını” bitirdikten sonra binlerce insanın toplandığı parkta turdaki dostlarla görüşecekti. Alan, acının, üzüntünün ve hüznün yaşandığı yerdi. Ağıtlar-türküler yakılıyordu aydın yüzlü, aydın düşünceli yakılan insanlar için. Park girişinde SMA’lı bir bebek için de yardım toplanıyordu. Herkes yastaydı!

Başkan Fatih Mehmet Maçoğlu geldi, taziyelerimizi bildirdik, hoş-beşten sonra dostların selam, sevgi ve başarı dileklerini ilettik. Fotoğraf çektirdik. Yemek için Munzur Baba Lokantası’na gittik. Önümüzde birleşen Pülümür ve Munzur çayları vardı. Yavaş akışıyla yatağını “çok geniş bir yüzeyle” dolduruyordu. Üzerinde su sıporları yapılıyordu. Lokantaya geçtiğimiz küçük köprünün sağ yanında etkinlikleri seyretmek için tiribünler inşa edilmişti. Lokantanın bahçesinde nehre paralel konulan maslar birleştirildi, yirmi kişinin oturabileceği bir konuma getirildi. Yolda olsun, Tunceli’nde olsun yapılan tüm organizasyonları başarı ile yürüten genç rehberimiz, canlı müzik eşliğinde yemek yememizi sağladı. Günün anlamına uygun türküler, ağıtlar yaktılar. Türkçe, Kürtçe, Lazca şarkılar söylediler. Karadeniz müziğinden, Kazım Koyuncu’dan, Volkan Konak’tan okudular; “Ey gidi Karadeniz” türküsü gönlümüzü okşayan bir başka sesti. 

Tunceli Öğretmen Evi’nde kaldık. Sabah beş; güneşin doğuşunu seyretmek içim pencereyi açtım. Muhteşem bir göl manzarasıyla karşılaştım. Keban’ın önüne yapılan üçüncü barajın (Uzun Çayır) gölüymüş. Öğretmen olmamıza karşın, yanında “öğretmen kimlik kartı olmayan” birkaç arkadaş için ek ücret talebinde bulundular. Huzurumuz kaçar gibi oldu; canımız sıkıldı. Kısa sürede sorun çözüldü. 

Kent içinde gezerken “Nazım Hikmet Hatıra Ormanı’nı gördük. Sokaklar, caddeler, kaldırımlar tertemizdi. Bordürlerin kırığına, çıkığına, rögar kapaklarının oynayanına rastlamadık. Parkta Seyit Rıza heykelini gördük. Cumhuriyet’e düşman ve başkaldıran bir “aşiret reisinin kutsal heykeliydi” bu. Cumhuriyet’in yaptığı hastane, köprü, okul ve karakolları ateşe verecek, askerleri öldürecek kadar gözü dönmüş, toprak reformunu kabul etmeyecek, Osmanlı’dan kalma mültezim işini (halktan, verginin dışında da haraç toplamayı bırakmayan) ve Cumhuriyet’le savaşan bir insandı. Bir cem evi ziyaretimiz kalmıştı, bir de Munzur Suyu gözeleri. Ondan sonra dönüş yoluna girecektik.

Dede “Aleviliği anlattı.” Cem evinden içeriye, tüm makamların, cinsiyetlerin kapının dışında bırakılarak “can” olup girildiğini, Alevilikte kadının “çok değerli” olduğunu söyledi. 12 imamı açıkladı. Aleviliğin ocaklarını, sorumluluklarını sıraladı. Kurallara ve inançlara uymayanların dışlandığını, cem evinin kapısını göstererek küskünlerin, dargınların barışmadan bu kapıdan içeriye giremeyeceklerini, “düşkün” ilan edilenlerin izleyeceği yolu açıkladı. Sevgi, saygı ve barışın Alevilik için ne denli önemli olduğunu vurguladı. Oruçlarını, semah törenlerini iç anlamlarıyla izah etti. Kendinden yaşlı bir “deden nasıl el alındığı” anlamını, konuk bir deden el alarak gösterdi. Her nesnenin görünen anlamı yanında bir de “batın” anlamı olduğu üzerinde durdu. Görülen, sevilen her nesne batın anlamlar taşıyordu. Nitekim Ana Fatma’nın rüyada görüldüğü yer makamı seçildi ve taştan yapılan bir yapı oluşturuldu, ziyarete açıldı. Duvardaki her bir kapalı küçük pencerede çıra(mum) yakılarak çıkan alevine “Fatma’nın nuru” dendi. Her kutsanmış yerde çıra satan yaşlılara rastladık. 

Munzur gözeleri, Ovacık’tan 17 kilometre uzaktaydı. Kayaların arasından çıkıyorlardı. “Kırk” kadar olduğu söyleniyordu. İnce bir “fışkırtı” sesi ile kayaların arsından çıkıp dünyaya selam veriyorlardı. Tertemiz, pırıl pırıl. Hiçbir hayvansal ve insani atığın karışmadığı, durmadan kendini yenileyen ve dengeleyen doğanın gözyaşıydılar. Halkın inancında kutsaldılar, suyuna, çakıllarına, taşlarına kadar kutsaldı. Dünyanın en kaliteli suyu olmasına karşın “kutsallığından ötürü” şişelenip satılamıyordu. Oysa ekonomik değeri ve PH’si çok yüksekti.

Alevilik, içerisinde zengin mitolojik değerler barındırıyordu. Munzur Gözelerinin de böyle bir öyküsü vardı: Yedi yaşındaki küçük Munzur Baba, ağasının yanında çobanlık yapıyordu. Hacca giden ağasının canı tavafta helva çekmiş. Rüyasında bunu gören Küçük Munzur, Hanım Ağasına helva yaptırıp hacdaki ağasına götürüp vermiş. Günlerden sonra hacdan dönen ağasını herkes karşılamaya giderken Munzur da gitmiş. Hediye olarak götürdüğü bir bakraç süt, koşarken çevreye saçılmış. Düşen her damlasından “süt beyazı sular fışkırmış” taşların arasından. Bu gözeler ve Munzur suyu oluşmuş. Kutsallığı Munzur Baba’nın kerametinden geliyormuş. 

Gözeler, inançlarla (korunmak açısından) dokunulmazlık taşıyordu. Asırlık ceviz ağaçları, söğütler, kavaklar ve diğerleri gözelere büyük bir canlılık kazandırıyordu. Munzur dağları alabildiğine bozkır olarak dururken üzerindeki koyaklarda hala kar vardı. Tam karşılarına düşen Ovacık Dağları ise ormanlarla kaplıydı. Ovacık Kooperatifi’nde alıveriş yapıldı.

Ovacık Tunceli arası Munzur Çayı’nın geçtiği çok daracık bir vadiydi. Yolu keskin dönemeçlerle doluydu. Pülümür yolu ve vadisinden çok daha dik yamaçlara sahipti. Yol boyu kimi yerlerinde bulunan gözeler de kutsallıktan nasibini almıştı. Kaptanımız Trabzon’dan başlayan yolculuğumuzu büyük bir ustalıkla ve sıfır hatayla bitirerek pazartesi sabaha karşı bizi Beşikdüzü’ne bıraktı.    

Bilmediğim, tanımadığım, değişik, ilginç, farklı bir coğrafyayı, bir kültürü çok yakından görüp tanımamızı sağlayan BEŞDER’in sorumlularına teşekkürü bir borç biliyor ve yeni geziler, yeni coğrafyalar görmemize yardımcı olmalarını diliyorum.