Haber: “Kuyumcu çalınmıştır. Hayır, benzin istasyonunun kasası boşaltılmış. Yok canım, güpegündüz marketin kasasını soymuşlar. Ne münasebet, canım; banka şubesindeki paraları yanlarında getirdikleri çuvallara doldurmuşlar, müşterileri rehin almışlar, ‘kıpırdayanı yakarım’ demişler, paralarla birlikte geldikleri pılakasız araçla kaçmışlar ve sırra kadem basmışlar.”

Genelde Hollywood filmlerinde görürdük bu tip senaryoları. Polisleri değil, hırsızları seyreder alkışlardık. Ne zaman ki polis yakalardı, o zamana kadar “kahraman” olan hırsız polise yerini terk eder; bu kez de polis kahraman olarak filmi bitirirdi.

Bütün o tip film ve romanlarda kahraman, “fiziki” hırsız ve kovalayan polis olurdu.

Ancak bir hırsız daha vardır ki, onu yakalayana aşk olsun: Fiziki kahramanı polis olmadığı gibi, nedense yöneticisi de yoktur(?). Eli her zaman, gece demeden, gündüz demeden cebimizdedir, cüzdanımızdadır, emeğimizdedir, alın terimizdedir. Çalışırken, uyurken, dinlenirken; annede, babada, gençte, çocukta hiç kimsenin yakasından düşmez. Sokakta, caddede, manavda, bakkalda, markette, alışveriş merkezinde, konfeksiyon mağazalarında, bankalarda, döviz bürolarında, balıkçıda, pidecide, hamburgercide, pizzacıda, emlakçıda, kuyumcuda, uçakta, otobüste ve darphanede… Hep karşımızda ve bizi söğüşlemeye devam eder; paramızı çürütür, alım gücümüzü sıfırlar.

İktidar her seçim öncesi, “İşçiyi, memuru, emekliyi, köylüyü, çiftçiyi koruyacağız, enflasyona ezdirmeyeceğiz” der; benim halkım bunun yalan olduğunu bile bile inanır, gider oyunu verir ve ezilmeye devam eder. Ezilmeyi ve yoksulluğu kader sayar.

Yalan hoşuna gider. Orada gururunu okşayan “sahip çıkılmışlığın hoşluğu, güzelliği” vardır. İnsan aldatılmaktan, yalan dinlemekten mutlu olur mu? Sevgililere bir göz atın. Karşılıklı masallar anlatırlar birbirlerine ve bu masallara inanırlar. Sonra da birbirlerine ihanet ederler. Sık duyduğumuz bir sözdür: “Severek evlenmişlerdi, şimdi boşanıyorlar.”

Aşk masalları anlatıyorlar bize. “Düştü” diyorlar, “düşüyor” diyorlar. Aptal değilsek ve olan biteni, yediğimizi, içtiğimizi görebiliyorsak, düşen sonbahar yapraklarıdır, enflasyon değil; başka hiçbir şey görmedik bu zamana kadar. On beş gün, bir ay ara ile hiçbir ürünü aynı fiyattan alamadık. Hep üst üste yığılarak devam ediyor fiyatlar ve paranın çürümüşlüğü.

Dediler ki, “İşçiye, memura, emekliye, asgari ücretliye zam yaparsak enflasyon artar.” Zam yapmadılar; enflasyon düştü mü, ya da zamsız enflasyon “% kaç” düştü? Bu yalana inananlar var, at gözlüğü takanlar, görmek istemeyenler. Ama ekmeğin fiyatı arttı. Limon altın gibi rekor üstüne rekor kırıyor. Patates, soğan… Tarım memleketinde düşülen hale bakın?

Faizde eski hastalık yeniden başladı. “Enflasyon düştü” dedirtebilmek için “reel faizi” aşağı çektiler ama banka faizi aynen devam ediyor. Demek ki, “Enflasyon düşerse, faiz de düşer” yok; aslı ne idi: “Faiz düşerse enflasyon düşer.” Ekonomi öyle çalışmıyor. Kendi kuralları içerisinde tıkır tıkır işliyor. Uymayanları, isyan edenleri hizaya getiriyor. Faiz %4,5’lara kadar inmişti, ama enflasyon üç haneli rakamlara ulaşmıştı. Sonra baktılar ki “Merkez Bankası başka değiştirmekle enflasyon düşmüyor; üretim koşulları içerisinde oluşan mekanizmalar arasındaki faiz dengesi enflasyonu bir noktada tutabiliyor.” Sonunda oraya gelindi. Hiçbir girişimde bulunmadıkları gibi, “zam vermemenin” dışında hiçbir önlemleri de yok.

Dinlenilen o kadar çok masal var ki, halk yediği ekmeğe, yemeğe, giydiği elbiseye, çocuklarına bakıyor, hâli pürmelalini görüyor ve soruyor: “Neremden belli on yedi bin dolar yıllık gelirimin olduğu? Çarşıya çıktığımda cebimdeki para bitiyor, ama hiçbir şey almadan eve dönüyorum. Eskiden çok büyük para olan iki yüz lira, ilk çıktığında yaklaşık 140 dolar alıyordu. Bugün beş dolar almıyor. Zafer bu mudur? Başarı halkını açlığa mahkûm etmek midir? Neremden belli 17.000 (on yedi bin) dolarlık yıllık payım? On yedi bin dolar, tam bir servet. Geç de olsa anladım bu paranın ne olduğunu.”

Hani övünüyorlar ya: “Rekor kırdık, Türkiye’nin yıllık gayri safi milli hasılasını 1,5 (bir buçuk) trilyon dolara çıkardık. Kişi başına düşen pay 17 (on yedi) bin dolar.” Bu matematiksel anlatım doğru olabilir. Ancak bu para nerede, kimin cebinde? Hangi dar gelirli, hangi emekli, hangi asgari ücretli, hangi çiftçi bu paraya sahip?

Gerçek şu: Türkiye’de “güçlüler, nüfuzlular, ağalar, aşiret reisleri, patronlar, fabrikatörler, borsa kralları, değerli metal alım satımı yapanlar, dış alım ve dış satımla uğraşanlar, faizin ve dövizin prensleri-pirenseleri, nüfusun %10’u, şu 1,5 trilyon doların %90’ını alıyor, sonra %10’unu alana da %90’nın aldığı para, yani zenginin parası kağıt üzerinde bölüştürülüyor. O zaman kişi başına düşen dolar on yedi bin oluyor. Emekliye, dar gelirliye deniyor ki, “Sana düşen zenginin parasıyla övünmektir.”

Masal bu ya: Hesabı ancak seçimde görülür. Zengine, güçlüye, nüfuzluya, ağaya, patrona milyar dolarlar; fakire de zenginin parasıyla övünmek ve yoksullukla boğuşmak! Sahi, enflasyonu düşürmek için ne yaptılar? Üretimi mi artırdılar, yeni tarım alanları, yeni fabrikalar mı açtılar? İstihdam mı yarattılar, işsizliği mi bitirdiler? Yurt dışına giden beyin göçünü mü durdurdular? Gençliğin barınma ve iş sorununu mu çözdüler? Hayır, salt “emekliye ve dar gelirliye zam yapmadılar.” Ve yine de enflasyon düşmedi. Düşen enflasyon değil, sonbahar yapraklarıdır!

Sevgiyle, esenlikle kalınız…

[email protected]