Sanayi devrimiyle gelişen ve değişen üretim ilişkileri, beraberinde sosyal, ekonomik, kültürel, hukuksal işlemleri de değiştirdi, geliştirdi. Göçebe ve tarım uygarlığı alışkanlıkları, yaşayışı, değerleri, düşünceleri ve inançları kökten farklılıklar göstermeye başladı. Eğitim, öğretim kurumları yeniden yapılandırıldı. Devlet, kültür, aydın, bilgin, iyilik, doğruluk gibi göreceli kavramlar yeni içeriklerle yeni anlamlar kazandı. Hümanizmle insana bakış açısı değişti. Skolastik düşünce ve dogmatizm tarihe karıştı.

Bu değişim ve gelişimde birey de, aile de payına düşeni aldı. Çadır ve tarım uygarlığının temelini oluşturan kabile-sülale-aile yeni üretim biçimleri ve ekonomik yapılanma ile paramparça oldu. Küçük ailelerle sorumluluklar daraltıldı, “çekirdek aileye” dönüştürüldü. O da bugün yok olmakla karşı karşıya kaldı: Kimileri her ne kadar “ekonomiyi ve üretim ilişkilerini” ciddiye almıyorlarsa da, iş-aş için ülkenin değişik yerlerine gidenleri, atanan, aylarca denizlerde kalıp ailelerinin yanına dönemeyenleri, ekmek davasına farklı ülkelerde çalışıp eşinden ve çocuklarından ayrı düşenleri göz ardı edemeyiz. Kabul etsek de, etmesek de “gözden ırak olan, gönülden de ırak oluyor.” “Sarılmayı, sarılmayı, yiğit sevdiğinden soğuyor.” Kutsal kavram çatırdıyor, yerle bir oluyor; eşler, çocuklar enkazın altında aile faciaları yaşıyor. Kimi gençler evlenmiyor, ya da yaşanmaz kılınan bu dünyaya çocuk yapmıyorlar. (Bu ekonomik koşullar altında aşiretlerin kendilerini korumaları ve ayakta kalmaları çok zor görünüyor. Onlardaki ‘değerler sistematiği’ de çözülecek.)

Sorun din-ahlak sorunu değil, üretim ve ekonomi sorunudur. Ahlakın kurallarını, ailede, hukukta, kültürde, eğitimde olduğu gibi “ekonomi” belirliyor. Dengelerin bozulduğu, üretimin düştüğü, yaşam koşullarının ağırlaştığı, geçim dertlerinin, sıkıntılarının çoğaldığı, işsizliğin tavan yaptığı zamanlarda pahalılık, enflasyon, fuhuş, madde kullanımı, hırsızlık, vurgun, soygun korkunç biçimde artıyor; ahlak ve din çözüm üretmiyor. “Allah’tan” değil, bozulma, yozlaşma, üretimi olmayan ekonomiden, kazancı yetmeyen, borç batağına saplanan insanların çıkmaz sokaklarda kıvranmasından başlıyor.

Namuslu, ahlaklı, doğru, dürüst yaşamanın koşulu sağlam bir ekonomiden, düzgün gelir kaynaklarına sahip olmaktan geçer. Bazı “din heveslileri, İskandinav ülkelerini, tam bir İslam gibi yaşadıklarını” anlatmaktan zevk alıyorlar, ama neden öyle olduklarını inceleme ve öğrenme zahmetine katlanmıyorlar. 57 İslam ülkesinin neden yerlerde süründüğünü bir türlü anlatamıyorlar. O ülkelerdeki “aklı, bilimi, teknolojiyi, sanayi ve tarımı” hep göz ardı ediyorlar.

“Kutsal aile”, “kutsal aile bağları” deniyor, mangalda kül bırakmıyorlar. İnsanlar da, gerçekten aileye çok değer verdiklerini, “toplumsal bir kurum” olarak yaşamasını istediklerini sanıyorlar. Anne kutsanıyor, baba kutsanıyor, kardeşler sevgi ve saygı bağları ile bağlanıyor. Anneye, babaya, kardeşlere laf dedirtilmiyor. Hele sülale dendiğinde akan dereler duruyor. (Ama “insan hakları, kadın hakları” korunmuyor.) Aile ve bireyler bu denli değerliyse, “kardeş kardeşin karısını neden alıyor?” “Üç kuruşluk arazi için kardeşler neden birbirlerine söylenmedik söz bırakmıyor, düşman oluyor, birbirine kurşun sıkıyor, neden birbirlerini öldürüyorlar? Bunca kutsallıklar taşınırken, baba kardeşler arasında neden haksızlık, adaletsizlik ve ayrımcılık yapıyor? Erkeklere para, mal dağıtılırken kızlar neden yoksun bırakılıyor? Anne ve babanın başı gizlendiğinde salya sümük ağlaşanlar, daha haftasına varmadan mal paylaşımı için neden birbirlerine giriyorlar? Ortada ne analık babalık, ne de ailenin kutsallığı kalıyor. Sevgi, saygı, barış, kardeşlik duman oluyor, uçup gidiyor.”

Aile bireyleri arasında her türlü ağır hakaretler, davranışlar yapılıyor, sözler, küfürler söyleniyor. En olmadık davranış biçimlerinde bulunuluyor; dayağın, şiddetin en alası yapılıyor; dövüşsüz, kavgasız günleri geçmiyor. Yarı gecelerde sokağa taşan “ne olur annemi dövme” feryatları yükseliyor. Ne haklar giriyor araya, ne hukuk; ne din, ne iman, “anlık öfkeymiş”, “kol kırılır yen içinde kalırmış”. Olan bitene dünya alem tanıklık ediyor. Konuşurken, anlatırken “aman kimse duymasın” ikiyüzlülük ve sahtekarlığıyla “aile sırları” ortalığa dökülmüyor(!).

Herkes ailesinin, anne, baba ve kardeşlerinin “dünyanın en iyi insanları” olduklarına inanıyor. Bir türlü gerçekle yüzleşip “doğruya doğru, yanlışa yanlış” deme cesaretini gösteremiyorlar. “Benim dedem, babam kimdir, nasıl biridir? Annem, annemin dedesi, babası kimdir; nasıl insanlardır? İyi midir, kötü müdür, ailesiyle, toplumla ilişkileri nasıldır? Çıkar ve ahlak yönünden nasıl tavır alırlardı? Başkalarının haklarını, çıkarlarını düşünür, değer verir, sever, sayar, yardım ederler miydi? Lehte, aleyhte konuşur, dedikodu ederek insanların arasını bozar, düşmanlaştırırlar mıydı? El alemin karısında kızında, malında mülkünde gözleri olur muydu? Açgözlü müydüler? Harcadığı parada, yedirdiği ekmekte gözleri kalır mıydı?

Teknolojik ürünlerden telefon, “zorla evlendirilen”, hayatlarında “sevgiye, saygıya yer verilmeden” kurulan “kutsal ailelerin” içine girdiğinde, çocuk kadınların ya da çocuk babaların ömürlerinde işitmedikleri, hasretinde kaldıkları sevgi sözünü, yalandan da olsa duyduklarında çoluğunu, çocuğunu, anasını babasını nasıl terk ettiklerini, açlığı, tokluğu düşünmeden çekip gittiklerini görüyoruz. Kaçtıkları insanların güvenilir olup olmadıklarını hesap kitap etmeden, düşünmeden, “kutsal aileyi” arkalarında bıraktıklarına tanıklık ediyoruz.

Geleneğin elindeki “kutsal aile” çığlık atmakta, her yıl yüz binlerce facia, boşanma ve ayrılıklar yaşanmakta; kimi genç kadınlar eski eşleri, sevgilileri, ya da nişanlılarından ayrılmak istediklerinde kurşunlanmakta, kesilip doğranmakta, öldürülmektedirler.

Bir düşünün, ağır ekonomik koşullardan ötürü yurdun dört bir yanında çalışan, bayramlarda büyüklerini görmeye gelemeyen insanların “aile kutsallığı” nerede kaldı?

Sağlıkla, sevgiyle kalınız.