Dünyanın neresinde olursa olsun, ekonomik/toplumsal sorunların üzerinin, her koşulda “kültürel savaşlar” çıkartılarak örtülme eğilimi. Yaşadığımız coğrafya gerçekliğinde daha bir tedirgin edici.
Oysa demokratik bir iklimde bu tedirginlik hali; Dışımızda gerçekleşen sıcak gelişmelere (BOP bağlamında) müdahil olmak yerine, kendi iç bünyemizde çözüm bekleyen sorunlara, ülkenin dinamikleri ve evrensel hukukun yol göstericiliğinde odaklanarak pekala aşılabilirdi… Ama nerde, hem coğrafi hem de kültürel manada, Doğu ile Batı arasında başat bir rol üstlenmiş olmamızın onca avantajına karşın, özellikle devlet bürokrasisinde hüküm süren muazzam bir boş vermişlik ve liyakatsiz kadroların varlığı, hissedilen tedirginliğin daha da ileriye taşınmasından başka bir mana ifade etmiyor!
“Monşerler” denilerek ötelenen deneyimli diplomatların yerine ikame ettirilen, yol-yordam bilmez cahil cühela yüzüne gözünden, yerle yeksan olan diplomasi geleneğimiz ve kapatılan Devlet Planlama Teşkilatının ardından. 2015 yılı itibariyle depreşen, “ülkeyi bir anonim şirket gibi” yönetmek sevdası, kaçınılmaz olarak ülkeyi koca bir aile şirketine dönüştürdü. Ve böylece devleti özel şirketleri gibi gören; Özel hastane, özel okul ve işletme patronları, öncelikle devlet ihalelerini “ticari sır” kapsamına aldırıp, zaten işlevsiz hale getirdikleri Devlet Denetleme Kurumunu pay-pas ederek yandaşı bir biçimiyle denetim riskinin dışına çekmiş oldular…
Özelleştirme kapsamında, sağlık hizmetlerinin kamusal alandan çıkarılıp büyük oranda özelleştirilmesinin insanlık dışı sonuçlarını ulusça deneyimledik! Sadece İstanbul’daki 11’den fazla özel hastanede, daha fazla kar uğruna, “yeni doğan ünitelerinde” onlarca bebeğin ölümüne göz yumulduğuna tanık olduk. Diğer yandan özel hastanelerin ölü bedenlere yaptırılan ameliyatlarla, sahte görüntüleme ödentisi gibi bin bir türlü sahte tedavi ücretiyle SGK fonlarını yağmalamaları vakayı adiye sayılıp, üzeri itinayla örtüldü!
Eğitim sistemine gelince; piyasalaştırma kapsamında özel okul ve vakıf üniversiteleri sınırsız teşviklerle beslenirken, okullar birer ticarethaneye çevrilip, veliler, öğrenciler ve öğretmenler karşı karşıya getirildi. Cumhuriyetin kuruluş ilkelerinden olan, Parasız-Kamusal-Nitelikli ve Laik eğitim prensibi budanarak, devlet okullarına bırakın yeterli sayıda öğretmen atanmasını, temizlik personeli için bile bütçe ayrılmaz oldu. Ataması yapılmayan öğretmen deposuna dönen ülkenin yoksul yörelerde öğrenciler öğretmen ve beslenme sorunu yaşıyormuş kimin umurunda.
Sonuçta diploması olan ama okuma-yazma öğrenememiş, okuduğunu anlamayan üstelik sağlıksız çocuklar, gençler… Yani, şirket gibi yönetilen ülkenin sefasını bir avuç paragöz sürerken, ceremesini yoksulluk sınırına taşınmış bu halkın mutsuz-sahipsiz çocukları dibe vurana kadar çekiyor!
TÜİK’ in Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2024 sonuçlarına göre, mutlu olduğunu açıklayan 18 ve üzeri yaştaki bireylerin oranı, 2023 verilerine göre %52,7 iken 2024 yılında 3,1 puan azalarak % 49,6 oldu. Yanlı tutumuyla tanınan TÜİK verilerinde dahi, mutsuz olduğunu beyan eden bireylerin oranının % 50,4’ lere ulaştığı bir ülkede, sanırım; “Büyükleri mutsuz olan bireylerin doğal olarak çocukları da mutsuz olacaktır” gerçeği ile yüzleşmek, gerçekçi bir yaklaşım olacaktır.
Özetleyecek olursak; Mutsuz ebeveyn mutsuz olma nedenlerinin başında hiç kuşkusuz sosyo-ekonomik yaşam koşulları gelmektedir.
Yani, hayat pahalılığı yoksulluğu, yoksulluk sosyal haklardan yeterince yararlanamamayı ve yoksulluğu topluma dayatıyorsa… Ülkeyi yöneten siyasetçilere düşen görev, şahsi menfaatlerinden arınıp, uygulamaya koydukları kısa, orta ve uzun vadeli politikalarını yeniden gözden geçirerek yoksul halk kesimini kapsayacak, içine düştükleri durumdan kurtaracak halkçı politikalar oluşturmak olmalıdır.
Kalibreleri yeter mi, bakıp göreceğiz?
Sevgiyle, dostlukla.