Bir milleti ayakta tutan, onu "millet" yapan temel dinamik nedir? Bu sorunun cevabı; ortak bir dil, ortak bir kültür, ortak sevinçler ve ortak acılarda gizlidir. Tüm bu ortak değerlerin kaydını tutan, onlara anlam kazandıran ve nesilden nesile aktaran yegane disiplin ise tarihtir. Tarih, yalnızca geçmişte yaşanan olayların kronolojik bir dökümü değil, bir toplumun kimlik kartı, yol haritası ve kolektif hafızasıdır.

Ancak günümüzde, özellikle genç nesiller nezdinde tarih, sıkıcı bir ders veya ezberlenmesi gereken lüzumsuz bilgiler yığını olarak algılanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Oysa "tarih şuuru"ndan yoksun bir neslin, köklerinden kopmuş bir ağaçtan farkı yoktur.

Geçmişi bilmek, en temelde bugünü anlamak için önemlidir. Şu an içinde yaşadığımız dünyanın siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik yapısı, dün alınan kararların, yapılan savaşların ve yaşanan yeniliklerin bir sonucudur.

Geçmişini bilmeyen bir nesil, bugünü çözemez. Olayları sadece yüzeysel olarak algılar, kök nedenleri göremez. Güncel bir sorunu analiz ederken, o sorunu doğuran tarihsel süreci bilmeden doğru bir teşhis koymak imkansızdır. Tarih; bireye ve topluma, karşılaştığı sorunlar karşısında bir "bağlam" sunar. Bu bağlam olmadan, her yeni krizi "ilk defa" yaşıyormuş gibi tecrübesizce karşılarız.

Büyük mütefekkir ve sosyolog İbn-i Haldun'un "Mukaddime" adlı eserinde yer alan "Suyun suya benzediği kadar, geçmiş geleceğe benzer" sözü, toplumlar ve insanlar da belirli şartlar altında benzer refleksler, benzer hırslar ve benzer hatalar sergiler gerçeğine işaret etmektedir.

Geçmişi bilmek, bu toplumsal yasaları ve insan doğasının bu değişmez yönlerini anlamaktır. Bu bilgeliğe sahip olanlar, gelecekte karşılaşacakları zorlukları daha iyi öngörebilir ve "tarihten ders alarak" farklı bir sonuç üretebilirler.

Tarih, kelimenin tam anlamıyla milletlerin hafızasıdır. Bu gerçeği daha iyi anlamak için şu soruyu sormak gerekir: Hafızasını yitirmiş bir insan ile tarihini bilmeyen bir nesil arasında ne fark vardır?

Hafızasını kaybeden bir birey; Kim olduğunu unutur, adını, ailesini, nereden geldiğini bilmez, dostunu düşmanını ayırt edemez, kime güveneceğini, kimden sakınacağını bilemez, deneyimlerinden ders alamaz, daha önce eli yandığı için ateşten çekinmesi gerektiğini hatırlamaz, her hatayı yeniden yapar, bir hedefi ve geleceği olmaz, nereye gitmek istediğine dair bir fikri yoktur, çünkü "dün" yoktur.

Tarihini bilmeyen, tarih şuurundan yoksun nesiller de kolektif bir hafıza kaybı yaşayan toplumlara benzer. Zaferlerinden ilham alamaz, yenilgilerinden ders çıkaramazlar. Kiminle dost, kiminle hasım olacaklarına dair tarihsel bir perspektiften yoksun kalırlar. Kendilerini var eden milli ve manevi değerleri neden savunmaları gerektiğini unuturlar. Bu durum, toplumları dış etkilere karşı savunmasız ve yönlendirmeye açık hale getirir.

Toplumlara ahlaki erdemleri aktarma konusunda din eğitiminin rolü tartışılmaz. Ancak bu ahlaki ilkelerin, tarih eğitimi olmadan ne kadar "içselleştirilebileceği" ciddi bir sorudur.

Din eğitimi, ahlaki ilkelerin "ne" olduğunu, yani teorisini sunar. Tarih eğitimi ise bu ilkelerin "nasıl" yaşandığını veya ihlal edildiğini, yani pratiğini gösterir.

Tarih olmadan, ahlaki kavramlar soyut kalır. "Adalet" kavramını, bir din kitabından öğrenmek önemlidir. Ancak bu adaletin, Hz. Ömer'in şahsında veya Fatih Sultan Mehmet'in Bosna Fermanı'nda nasıl somutlaştığını görmek, o kavrama ruh verir. Cesaret" ve "fedakarlık" soyut bir erdemdir. Ancak bu erdemin Çanakkale'deki bir neferin veya bir alimin haksızlık karşısındaki duruşunda nasıl yaşandığını bilmek, onu bir ilham kaynağına dönüştürür. Aynı şekilde tarih, ahlaksızlığın bir toplumu nasıl çürüttüğünü de en acı örnekleriyle göstererek caydırıcı bir ders verir.

Bu nedenle, din eğitimi ile tarih eğitimi birbirinin tamamlayıcısıdır. Ahlaki yeterlilikleri topluma kalıcı olarak aktarabilmek için, bu iki disiplinin entegre bir şekilde sunulması şarttır. Tarih, ahlakın laboratuvarıdır.

Genç nesillere tarih şuuru kazandırmak, onlara sadece geçmişin hikayelerini anlatmak değildir. Bu, onlara kim olduklarını hatırlatmak, ayaklarını bastıkları toprağın hangi bedellerle vatan yapıldığını öğretmek ve bugünü doğru analiz ederek geleceği güvenle inşa edebilecekleri bir vizyon sunmaktır. Hafızası olmayan bir insan nasıl "birey" olamazsa, tarihini bilmeyen bir millet de "millet" olarak kalamaz.

Bu gün teknoloji kültürü ile genç nesillerimizi “dinsiz ve tarih şuurundan” mahrum etmek isteyenlere karşı sadece söylemde bulunmak yeterli değildir. Dinimize ve tarihimize sahip çıkmak en asli görevimizdir, unutulmamalıdır.