AK Parti, kurulduğu ilk yıllarda yalnızca bir siyasi hareket değil, bir halk iradesi manifestosuydu. Gömleğini değiştirip yola revan olanlar, milletin nabzını tutan değil, o nabzın ta kendisi olmayı başarmıştı. O dönem partinin taşıyıcısı olan ruh; tevazu ile adaleti harmanlayan, halkın kapısını değil, kalbini çalan, sokakla gözü seviyesinde konuşan bir anlayıştı. Siyasal retoriği; ötekileştirmeden, kimlik sormadan, sadece “insan”a yaslanan bir vicdan diliydi. Bu nedenle milyonların gönlünde yer etti, bu nedenle sandıklarda değil, kalplerde kazandı. Ve belki de bu yüzden yirmi dört yıldır iktidarda kalmayı başardı.
Ancak tarihin gösterdiği bir gerçek vardır ki, iktidar zamanla kendini tüketir; güç, bazen hikmeti değil, kibri doğurur. Uzun süreli iktidarın yarattığı konfor, çoğu kez siyasal ahlakın önüne geçer. Tevazunun yerini protokol, halkın içinden gelen sesin yerini yukarıdan bakan bir ton alır. Adına özgüven diyen de olur, rehavet ya da şımarıklık diyen de… Ancak sonuç değişmez: Topluma hizmet için inşa edilen yapılar, zamanla kendi iç bürokrasisinin duvarları arasında halktan uzaklaşır.
Bugün geldiğimiz noktada, AK Parti'nin ilk yıllarındaki samimiyet ve mütevazılık tablosuyla bugünkü fotoğraf arasında dağlar değil, zihniyetler kadar büyük farklar oluştu. Öyle ki artık il başkanlarını, belediye yöneticilerini bir yana bırakın; Partinin çevresinde dönen bazı figüranlar bile havaalanlarında yüz metrelik yolu VİP araçlarla kat eder hâle geldi. Bir el sıkışmak, bir selam vermek yerine, bakışlarında “siz de kimsiniz?” sorusunu taşıyan bir yabancılaşmayla karşı karşıyayız. Bu, yalnızca fiziki değil, ahlaki ve vicdani bir mesafedir.
Geçtiğimiz günlerde CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, AK Parti Trabzon Milletvekili Adil Karaismailoğlu hakkında sarf ettiği sözler siyasetin doğasına dair yeni bir gerilimi daha sahneye taşıdı. Karaismailoğlu’nun buna cevaben teşkilatlara “seferberlik” çağrısı yaparak, havaalanı karşılama töreniyle adeta bir gövde gösterisine yönelmesi ve hemen ardından partinin il binasında kameraların karşısına geçerek sert ifadelerle açıklama yapması, meselenin kendisinden çok daha derin bir sembole dönüştü.
Çünkü burada asıl mesele, kelimelerin içerdiği hakikat değil, kullanılan dilin taşıdığı niyettir. Maalesef bugün, siyasal söylem nezaketten arınmış, üslup zarafetten mahrum, tartışmalar ise seviyeden fersah fersah uzaklaşmış durumda. Meydanlar, ekranlar, dijital platformlar siyasal etik yerine sokak jargonunun hüküm sürdüğü mecralara dönüşmüş. İnsanlar, birbirlerine sokakta söylemekten haya edecekleri cümleleri, milyonların huzurunda fütursuzca dile getiriyor. Oysa siyaset, sadece bir fikir mücadelesi değil; aynı zamanda bir temsil sorumluluğudur. Sözün değeri, yalnızca içeriğinde değil, hangi ruhla ve nasıl söylendiğinde yatar.
Bugün dönüp geçmişe bakınca, bir zamanlar kıyasıya eleştirdiğimiz liderlere —Demirel’e, Ecevit’e, Erbakan’a, Türkeş’e— dair içimizde sessiz bir saygı yükseliyor. Zira onlar, her türlü mücadeleye rağmen bir nezaket çizgisine sadık kalmayı bilmiş insanlardı. Meclis kürsüsünde rakipleriyle sert tartışmalar yaşasalar bile, aynı çay ocağında göz göze gelip tebessüm etmeyi ihmal etmezlerdi. Siyaset onlar için bir savaş değil, bir seviye meselesiydi.
Adil Karaismailoğlu da, eğer geçmişin siyasetini biraz izleseydi, eğer o dönemin tartışmalarında aranan üslubu içselleştirseydi, bugün muhalefet liderine yönelik sarf ettiği sözlerin tonunu bir kez daha tartardı. Çünkü halk artık kimin daha fazla bağırdığını değil, kimin daha çok dinlediğini önemsiyor. Kimin parmağını salladığını değil, kimin el uzattığını hatırlıyor.
Zira bu millet, yüksek perdeden konuşanlara değil; alçak gönüllü davrananlara kalbini açar. Asıl büyük olan, halkın arasında yürüyebilendir. Asıl güçlü olan, mikrofonu değil, gönülleri titretebilendir. İktidar bir emanetse, emaneti taşımanın en asil yolu, kibirle değil tevazu ile yürümektir.
Ve unutulmamalıdır ki;
Milletin gönlünde iz bırakmak, sandıktan çıkmaktan çok daha kıymetlidir.