-Cumhuriyetin yüzüncü yılına-

Yeryüzünde, ömrü kısa, etkisi büyük ve tartışılması yıllardır süren bir ikinci okul daha var mıdır bilmiyorum? Türkiye koşullarına göre eğitim-öğretim yapacak, halkını “çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracak”, düşünce ve yaşam tarzıyla aydınlanmasını sağlayacaktı. Türkiye Köy Enstitüleri tam bir ikindi güneşiydi: İkindi, güneşiyle gölgesi çok uzun olan vakittir. 

İlkesi çok yalındı: Yerinde eğitim-öğretim, yaparak-yaşayarak öğretim, aydınlanma ve tarım; teorik ve pıratik iç içe olacak; sağlık bilgi ve becerisi, taş, demir ve marangoz ustalığı, müzik, resim, folklor ve en önemlisi “kitap okuma”… Özellikle dünya kılasikleri ile evren ve insanlık tanınacak, hümanist bakışla yerelde ulusal ve evrensel olunacaktı…

İmparatorluk yıkılmıştı, ama altı yüz yirmi yıllık alışkanlıklar toplumda “kültür”, yaşayış ve düşünüş biçimini olarak sürüyordu: Akşam namazından sonra dışarıda kadının işi olamazdı. II. Abdülhamit “iftardan sonra kadın kısmına sokakta “bir şey olursa” şehremini sorumlu tutulamaz” diye ferman çıkarıyordu. Ama erkekler için bir sınır yoktu. Erkekler gece sabahlara kadar dolaşabilirdi, ama kadınlar evin eşiğinden dışarı adımlarını atamazlardı. 

Temelde “kız çocukları cahiliye döneminde diri diri kuma gömülüyorlardı. Kadınlar, cahiliyede ve İslamiyet’in yayıldığı dönemlerde de cariye-köle idiler. Alınıp satılabiliyor, erkekler ne derse, ne isterse yapabiliyor, kadınlar üzerinde her türlü tasarrufu sağlayabiliyorlardı. Toplumsal baskıdan çekinen İslamiyet “cariyelik kurumunu” kaldıramıyordu. Osmanlı’da “kız çocukları okula gönderilmiyor, “özel eğitimin” dışında hiçbir bilgi ve beceriye sahip olamıyorlardı. Cumhuriyetle kadın “cariye” olmaktan kurtuldu ve birey oldu. Ama eski alışkanlıklar toplumda sürüyor, aradan bin dört yüz küsur yıl geçmesine karşın halk, karma eğitimi istemiyor, kızlar “Mustafa Kemal’in okullarına” gönderilmiyordu. Erkeklerin kafalarına ve kararlarına göre hareket ediyorlardı. Kadınlar kendi kafa, bilgi ve düşüncelerine göre hareket edecek dirayeti gösteremiyorlardı. Cumhuriyet-Atatürk tüm insan haklarını ve özgürlüklerini verdiği kadınlara ve “kız çocuklarına” tüm okulların kapılarını açtı. Osmanlı son dönemlerinde “hemşire ve öğretmenlik mesleklerine” kızları yetiştirmek için askeri okulların dışında ilk kez okul açıyor, az sayıda olsa da Darülfünuna kız öğrencileri kabul ediyordu.

Cumhuriyet kadın-erkek ayrımını ortadan kaldırmasına rağmen, toplumun kafasındaki önyargılar karma eğitimi içselleştiremiyor, kızların okula gönderilmesine direniyordu. Cumhuriyetten sonra yüzyıl geçmesine karşın kimi karanlık kafalar, hala çocuklarını okula göndermiyor, çok küçük yaşlardaki binlerce çocuk eğitilmeleri için şıhlara-şeyhlere-tarikat başkanlarına teslim ediliyorlar. Karanlık kafalı anne ve babalar bu işi rıza göstererek yapıyor, “çocuğun zorunlu eğitim-öğretim hakkını” ellerinden alıyorlar.

Köy Enstitüleri salt erkekleri değil kızları da eğitiyor, yetiştiriyor, köylere aydınlanmacı bir nefer olarak gönderiyordu. Kinyas Kartal “başımın sağlığında ağalığımın elimden gitmesini istemiyorum. Bakan, bu çocukları bizden akıllı yetiştirmeyin” diye uyarıyordu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde bir törende, sahibi olduğu köyden bir çocuk okumak için geldiği Enstitüde, tören sırasından çıkarak, el-etek öpüp “ağam hoş geldiniz” dedi Kinyas Kartal’a. Aralarında geçen konuşmada: “Süt sağmayı öğrendin de mi okumaya geldin buraya” diye sordu. Çocuk “evet ağam” yanıtını verdi. Ağa, “burada ne öğreniyorsunuz” diye sordu. Belli ki köy çocuğu için süt sağmaktan daha önemli konular vardı. Biliyordu ve içi Köy enstitülerine karşı dolu idi. Çocuk “tarih, edebiyat, müzik, felsefe, Sokrat, Aristo, Eflatun, Mozart, Şubert Bırams” deyince, ağa Reşat Şemsettin Sirer’e döner ve tüm öğrencileri göstererek, “Bakan Bakan bunları bizden akıllı yetiştirmeyin. Enstitü mezunu bir öğretmen benim köyümü on ayda bana düşman etti” der. (Cemal Kutay’dan.)

Köy Enstitüleri salt üretime dayalı eğitimi-öğretimi amaçlamıyordu. Çağdaş düşünceyi, çağdaş yaşayışı, aklı, bilimi getiriyor, “din” diye yutturulan “hurafeleri” yıkıyordu. Feodal yapı, toprak ağaları, aşiret düzeni, gelenek-görenek gibi yaşanılan toplumsal alışkanlıklar direniyor, karşı çıkıyor, olmadık iftiraları kendi çıkarları için pırıl pırıl çocuklara, yakıştırmadan geri kalmıyorlardı.

Amerika 1945’te, 1946’da yaptığı kültür antlaşmalarıyla ilk dayatmasını siyaseten yaparak “çok partili” sisteme geçilmesini, milli eğitimin kalbine kendi adamlarından oluşan komisyonu yerleştirerek “komünist yuvaları” dediği Köy Enstitülerinin kapatılmasını İnönü’nün masasına koyuyordu. Bunlarla yetinmiyor. Sovyetlerin yayılmacı politikalarına karşılık Amerika, Türkiye ve Yunanistan gibi ülkeleri, yaptığı “yardımlarla” yanına çekerek kendi rejimini uygulatma olanaklarını yaratıyordu. 

Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı ne kadar “ toprak ağası, aşiret, mütegallibe, şeyh-şıh, tarikat, cemaat artıkları, dinci, Amerika yanlısı, çıkarcı ve işbirlikçi” insan varsa tümü de “demokrasi aşığı(!)” olarak demokrat parti çatısı altında yer alıyordu. Cumhuriyet’te eksen kayıyordu. Amerika’nın “komünist ekonomik anlayış dediği-pılanla kalkınmadan, karma ekonomiden” uzaklaşılarak “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” keyfiliğindeki acımasız kapitalizme Türkiye’nin yönünü çeviriyorlardı. Bunun adı “hür teşebbüstü.” 

Geliş o geliş oldu, Amerika ve Amerikancılar bir daha Türkiye’nin yakasından düşmediler.

Ve Türkiye, kendinden çok Amerika’yı, Amerikalıları düşündü. Kendi çocuklarını, kızlarını cehaletin kumlarına gömdü. Her mezhep, her tarikat, her cemaat, kişilikleri çalınan, beyinleri boşaltılan ve öldürülen kadınların ruhlarından oluşan piramitlerdir. İkindi güneşinden sonra akşam oldu, karanlık geldi. 

Ömrü kısa, fakat gölgesi çok uzun olan Köy Enstitülerini, aradan yetmiş küsur yıl geçmesine karşın hala özlüyor, konuşuyor ve tartışıyoruz.

Sevgiyle, esenlikle kalınız…