Tarih hafızamızın arşividir. Bakmak istediğimiz bütün evrakları oradan çekip, çıkarıp inceleyebiliriz. Fazla geriye gitmeden söyleyebiliriz ki; 19.y.y son çeyreğinden sonra meydana gelen ve önlenmesi mümkün olmayıp yaşanmış olan olaylar, milletimize ağır bedeller ödetmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşları, 1893 Dömeke meydan muharebesi, 1909 Trablusgarp, 1912-13 Balkan savaşları, 1914-18 1. Dünya savaşları, 1918-1922 İstiklal mücadelesi dönemi! Dünyada başka hiçbir millet yoktur ki, bu kadar uzun süre savaş yaşadıktan sonra, yeni bir mücadele ve ruh ile yeni bir devlet kursun ve yine medeni dünya ile yeniden yarışa girebilsin!

                Buna rağmen, enerjimizi birbirimize karşı harcadığımız yakın tarihimizde “kayıp yıllar” diyebileceğimiz dönemler yaşadık. 1980 ihtilali dönemi; “taşını öğüten değirmen” gibi kendi evlatlarımızı, sağcı-solcu diyerek yaftalayıp; darağaçlarında sallandırdığımız dönemleri, bu milletin çok acı ve kayıp yıllarıdır. 1983’den 1991 yılına kadar ANAP-Özal devri, tek başına bir iktidar dönemi olarak yaşandı. Ancak; 1991-2002 yılları arasında, 11 yıllık dönemde tam dokuz hükümet kuruldu. Sadece 90’lı yıllar değil, karmaşık bütün dönem ve devirler Türkiye için kayıp yıllardır. Cumhuriyet tarihinde 1938-1952 yılları arasını da kayıp yıllar olarak sayabiliriz. Çünkü, karizmatik bir lider olan Atatürk’ten sonra, gayretlerimiz sadece toplumu stabilize edip, gelişmelere ve yeniliklere kapalı tutmaktan ibaret kaldı. 1938-1945 2.dünya harbi dönemi ve Rus tehdidinden dolayı 1952’de NATO’ya girişimize kadar ki yıllarımızda kayıp yıllarımızdır.

                İhtilal dönemleri de her zaman kayıp yıllarımız hanesine yazılmıştır. 1960-1965 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisine rağmen askerler meydanlardaydı. Talat Aydemir’in bedeninin olmadığı yerlerde, gölgesinin nereden çıkıp-çıkmayacağı korkusu ve endişesi milletimize pahalıya mal olmuş ve sonunda bu korku onun hayatına mal olmuştu! Askeri müdahaleler, siyasi partilerde istikrarı yakalayamama durumu meydana getiriyordu. 1971-1974 yılları arasında; “benim işim bitti gidiyorum” diyen İsmet Paşa’nın durumu, 1969’da ki AP’nin dağılışı veya ortadan çatlayışı, Türkiye’de ki hadiselerin tabii sonucu olarak ortaya çıkmış ve milletimize; taraf-karşı taraf kamplarında çok fazla enerji kaybettirmiştir. Özellikle de; 1970-1980 yılları arasında, öğrenci olayları, boykotlar, işgaller, koalisyon hükümeti tartışmaları bu millet için telafisi mümkün olmayan kayıp yıllar hanesine yazılanlardandı. Bu dönemde sadece bütün imkânsızlıklara rağmen Kıbrıs müdahalemiz yüreğimize su serpen yegâne gelişmeydi.

                12 Mart 1971 askeri müdahalesinden sonra, 12 Eylül 1980’e kadar, iki partili, üç partili, hatta dört partili koalisyonlu dönemler yaşandı. İstikrar getirecek diye toplumsal kabul ile karşılanan 1980-1983 yılları hafızalarımızın en acı hatıraları ile milletimizin kayıp yıllarına eklenmiştir.

                Bu acı hatıralardan sonra, koalisyon dönemlerinin istikrarsızlık algısına karşılık yeni anayasa ile getirilen yeni sistemimiz oldu. Hedef tek partili siyasal iktidarlar ile tartışmalar ile kaybedilecek zamanı kalkınma için kullanabilmekti. Ancak çok sürpriz bir şekilde bu sistem daha ilk başından itibaren yeni koalisyon modellerinin ortaya çıkasına sebep oldu ve ilginç bir şekilde büyük çoğunluğu elinde bulunduran iktidar partisini oy ve sayı bakımından onunla oy oranı olarak yarışamayacak diğer siyasi partilerin desteğine mutlak mecbur bıraktı! Hatta çoğunluğun iradesi, hiçte hak etmediği halde azınlık her hangi bir destekçi siyasi parti tarafından ipoteklendirildi! Bu yeni gelişme ise toplumda, iktidar partisi için; “ben gidersem ülke elden gider olgusunu” muhalefet partileri için ise, “iktidar düşerse ülke kurtulur” kördüğümünü oluşturdu! Siyasi parti liderlerinin her gün birbirlerine çok ağır sözlerle hitap etmesi bu kör düğüme her an yeni bir düğüm olarak eklemlenmektedir.

                Çözüm; Türkiye’nin yarınları için konuşanların acil olarak, birbirlerine karşı yüksek sesle konuşma alışkanlıklarını değiştirerek, yakın tarihimizde yaşananların tecrübesinden yaralanarak, milletimizin yüksek çıkarları ortak paydasında buluşabilip, ben olmazsam, ya da ben eleştirmezsem dünya yıkılır saplantısından uzaklaşmaları ile mümkündür.

2002 yılından itibaren, devamlı iktidarda kalacaklarını düşünenler ile onu her gün yıkıldı-yıkılıyor diye topluma kendince umut yüklemelerin yaşandığı bu ilginç dönemi bakalım tarih; kayıp yıllar mı, yoksa kazançlı yıllar mı olarak nasıl yazacak!