Dünya, bir kez daha paylaşım savaşlarının gölgesinde.
Bir yanda Amerikan emperyalizmi, diğer yanda Çin’in yükselen hegemonik iştahı,
Bir tarafta Rusya’nın hamleleriyle şekillenen yeni Soğuk Savaş atmosferi,
Diğer yanda AB’nin postkolonyal çıkar arayışlarıyla dolu sessiz genişleme politikaları…

Dünya insanlığı adeta bir av alanına çevrilmişken, bu büyük satrançta Türkiye, sadece piyon değil, aynı zamanda hem hedef hem araç olabilecek kadar stratejik bir konumdadır.

Ancak ne acıdır ki, Türkiye bu çok aktörlü küresel oyunda, kendi iç dinamiklerini güçlendirmek yerine, son çeyrek asırdır asırlık Cumhuriyet ve demokrasi birikimlerini törpüleyerek, giderek daha kırılgan bir hale gelmektedir.

Türkiye’nin, ABD’nin “ılımlı İslam” ve “model ortak” telkinleriyle giriştiği Ortadoğu politikaları, arkasında harap olmuş komşular, sınır güvenliği tehditleri ve milyonlarca sığınmacıyla geri dönmüştür.
Yeni Osmanlıcılık hayali, ne tarihsel gerçekliklerle ne de günümüzün jeopolitik realiteleriyle bağdaşır.
Bu politika Türkiye’yi, Batı’nın vekil savaşlarına uygun bir zemin haline getirmiştir.

Türkiye’nin iç barışı, özellikle 2013 sonrası süreçte yaşanan kutuplaşmalarla ağır yara almıştır.
Demokrasi, yalnızca sandıktan ibaret görülmeye başlanmış; dahası, sandığın bile akıbeti belirsiz bir hale getirilmiştir! Kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti ve ifade özgürlüğü gibi temel değerler aşındırılmıştır. Söylemleri hoşa gidilmeyen her meslekten insanlar için, inandırıcı olmayan gerekçeler çoktan hazırlanarak, istenilen kişiler adeta sipariş tutuklamalar ile özgürlüklerinden mahrum bırakılabilmektedirler.
Ekonomi ise hukuksuzluk, liyakatsizlik ve dışa bağımlılık sarmalında istikrarsız bir yapıya bürünmüştür.

Türkiye’nin en hassas meselesi olan Kürt sorunu, 2009’da “Demokratik Açılım” ile başlayan ve 2013’te İmralı görüşmeleriyle derinleşen bir sürece sahne oldu.
Ancak bu süreç, şeffaflıktan uzak, toplumsal mutabakata dayanmayan, dış aktörlerin gölgesinde şekillenmiş bir “proje” görüntüsü verdi.
Bugün gelinen noktada bu süreç hem devletin güvenlik algısını çarpıttı hem de toplumda derin bir güven kaybı yarattı.
Barış ancak ve ancak; parlamenter zeminde, hak ve eşit yurttaşlık temelinde, ulusal mutabakatla inşa edilebilir.
Aksi takdirde bu tür “çözüm” hamleleri, Türkiye’yi bir kez daha uluslararası dizaynların aparatı haline getirebilir.
Eğer Türkiye bu tuzağa düşerse, ülkenin üniter yapısı sorgulanır hale gelir, yeni anayasa çalışmaları, milli değil “çok uluslu” bir zemine oturtulur, ekonomik krizler, küresel bağımlılıkları daha da artırır, toplum, kutuplar arasında parçalanır, Türkiye, yeniden bir “medeniyet köprüsü” değil, çatışma cephesine dönüşür.

Demokratik kurumların güçlendirilmesinde, bağımsız yargı da, dış politikada dengeci, bağımsız ve onurlu bir duruşta, toplumsal sözleşmeyle güçlendirilmiş, eşitlikçi ve çoğulcu bir anayasa zemininde çözümü bulabiliriz.

Türkiye’nin rotası bellidir: Ne Amerika’nın ne Çin’in ne de başka bir emperyal gücün arka bahçesi değil, kendi kaderini kendi tayin eden bağımsız ve onurlu bir millet olarak yoluna devam etmek!

Yoksa tarihte birçok ulusun düştüğü tuzak bizim için de bir son olur.

Mevcut iktidar eleştirilip çok yıprandığına göre ve Cumhuriyetin kurucu partisi olduğunu iddia eden CHP’de, Cumhuriyetin yıkımı için kurulacağı iddia edilen mecliseki komisyona üye vererek onu meşrulaştırma gayretini fütursuzca sergilediğnden; CHP’nin de bir proje partisi olduğu ortaya çıktığından, Türk milletinin kendisinden başka sığınacak limanı kalmamıştır, “Peki, bu gidişatı tersine çevirecek cesareti kim gösterecek?”

İşte bütün mesele bu sorunun cevabında saklıdır!