Nedense dil söz konusu olunca, “konuşmak ve ahkam kesmek için” kimileri kendilerini “yetkin” görüyorlar. Böyle birisi, yetkilerine, oturduğu masaya ve sandalyeye bakarak, “bu işi ben de beceririm” dercesine anlatmış; ama ağzına, burnuna bulaştırmış. Sustuğunda “bilge(!)” zannediliyordu; konuşunca cehaleti ortaya çıktı. Buyuruyor ki:

“Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate yani dile dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi MAO’nun Çin’de yaptığı kültürel devrimdir ve o da dile dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir." (700 yıl öncesinden Karamanoğlu Mehmet Bey’in çığlığını ne yazık ki duymamıştır.)

Aynı bilgeliği yapan başkanı ise, “Kültür ve Turizm Bakanlığının Özel Ödülleri töreninde”, “dilde sadeleştirme niyetiyle Türkçemiz-dediği aslında Osmanlıcadır-tarihimizin en büyük kelime katliamına maruz bırakıldı” diyor ve ekliyor: “Milli kimliğimizin ve hafızamızın nişanesi olan Türkçeye(Osmanlıcaya)hak ettiği ihtimamı (özen, özenme, itina) göstermiyoruz.”

Yanlışları “doğrularla” vererek demagoji yapıyorlar: Hiçbir devrim halka karşı olmaz. Halk adına, halkı sömürenlere, ezenlere, çalanlara, halkı yalanlarla aldatıp kandıranlara karşı yapılır. Fıransız devrimi “kırala-köleliğe-feodaliteye-halkı sömüren kiliseye, hukuksuzluğa, adaletsizliğe… ezenlere karşı ezilenleri korumak için yapıldı. Fıransız İhtilali halkın diline ve kültürüne karşı değildi, aristokrasiye karşıydı. Cumhuriyeti, insan haklarını, laikliği getirdi, burjuvayı iktidar yaptı. İhtilali yapanların bir dil sorunu, Fıransızcayı değiştirmek gibi dertleri, sıkıntıları yoktu. Fıransızcayı bir İngilizce, bir Almanca “istila” etmemişti.

Çin’de de Mao’nun “Kültür İhtilali” oldu. "Feodalizmi ve burjuvazizmi hatırlatan her şeyi tahrip edin" ilkesiyle ortaya çıktı; devleti bürokratların elinden aldı; halkı iktidar yaptı, sömürüye son verdi. “1966 yılının başında Mao, egemen bürokrasi içindeki mücadelesini Çin Komünist Partisi'nin dışına taşıdı, Mayıs ayında öğrencileri "ülkeyi diktatörce yöneten yerel ve ulusal liderliğe karşı ayaklanmaya" çağırdı. Görüldüğü gibi tamamen feodalizme, burjuvaziye ve bürokrasiye karşı bir hareketti. Çinceye karşı değildi; Çince bir başka dilce istila edilmemişti…

Ne Fıransızların Fıransızca ile, ne de Çinlilerin, Çince ile” bir sorunları vardı. Hiçbir dil Fıransızcayı, hiçbir dil Çinceyi resmi dil olmaktan çıkarmadı. Ne Fıransızlar, ne de Çinliler, ya da bu ülkeleri yöneten aileler-hanedanlar bir başka ulusun dilini kendi dillerinin yerine koyarak resmi dil, ya da kültür dili yapmadı./ Osmanlılar Araplarla ilişkilerini geliştirmeye başladıktan sonra “İslamiyet’le, kutsal saydıkları Arapçayı bir tuttular.” Karahanlılar’la başlayan etki giderek çoğaldı. Selçuklularda ve Osmanlılarda resmi dil oldu. Farsça edebi dil olarak kullanıldı. Yani Türklerin-milletin, “okuyan, medrese ile saray ehli arasında bir dil sorunu yaşanmaya başladı. Halkla Araplaşan-Farslaşan elit zümre arasında dil-kültür farklılıkları doğdu. O kadar ki, divan şairleri “yüksek duygularını ifade etmek için Türkçenin yetersizliğinden, bu yüzden Arapça-Farsça kelimeler alıp kullandıklarını” söylediler. Oysa “büyük şair-yazar-sanatçı” dilini işleyerek zenginleştiren, sözcük üreten ve katkı veren, duygu ve düşüncelerini kendi diliyle anlatan insandır.” Yüzlerce yıl padişahın atacağı altın keselerin hayalini kuran şairler Türkçeyi suçlamaktan öteye gitmedikleri gibi, gereksinim duydukları sözcükleri de Arapçadan, Farsçadan aşırmaktan da geri durmadılar, Türkçeye hiçbir katkı vermediler.

Türklerin yaklaşık dokuz yüz yıl süren bir dil sorunu vardır. Pek çok eser-resmi olanlar Arapça, edebi olanlar Farsça ile verildi. “Büyük Türk düşünürü ve şairi” olarak öğretilen Mevlana, yapıtlarını Farsça verdiği için tüm dünya onu İranlı olarak tanır. / Daha sonra Türkçe, saray ve çevresinde, yardımcı fiillerin katılımıyla Osmanlıcaya evrildi. Osmanlıca bir milletin dili değildir, Kamus-i Türki ve Osmanlıca-Türkçe Lügat de Türk milletinin hafızası değildir. Bu sözlükler Arapça, Farsça, Rumca, Ermenice, İtalyanca, Fıransızcadan bozularak alınan sözcüklerden oluşan, “aristokrat bir sınıfın” öğrendiği, yazdığı-düşündüğünü söylediği “hafızası olduğu”derleme, toplama, sözlüklerdir. Türk milletinin kullandığı sözcüklerin sözlüğü değillerdir. Bu yüzden “Türk toplumunun hafızası” olamazlar. Yabancı kökenli sözcükler Türkçenin safralarıydı. Cumhuriyetle birlikte Türkçe ve Türk halkı ihtiyaç duymadığı sözcükleri saf dışı bıraktı. Sadeleştirme adına “Türkçemiz kelime katliamına maruz” bırakılmadı. Osmanlıca temizlendi. Yunus’un, Karacaoğlan’ın sözcükleri duruyor. Sözcükler canlıdır. İşlevlerini tamamladıklarında, Türkçe bile olsa, dilde tutunamazlar. Görevini yapanlar elenir, gider. Hele “bir başka ulusun sözcüklerini yaşatmak” olası değildir. Bugün, “indirim” sözcüğü türetildikten sonra kimse İtalyanca “skonta” sözcüğünden aşırma “iskonto” yu artık kullanmıyor. Konuk sözcüktü ve işlevini tamamladı, gitti.

Düşünmek, yazılı ya da sözlü olarak, Türkçeyi çok iyi bilmekle ve Türkçe ile yapılır. Türkçeyi bilmedikleri gibi, “düşünmeyi” de, Arapçayı-Farsçayı da bilmeyenlerin “Türkçe” konusunda “ahkam” kesmeleri içimi acıtıyor. Çünkü yargılarının temeli, nedeni, niçini yanlış. Dil sorunu olmayan Fıransız ve Çin devrimlerinin örnek olarak verilmesi Cumhuriyet Devrimini doğrulamaktan öteye gitmez. Türk milletinin resmi dili Türkçe değil, Arapçaydı. Osmanlı’nın Osmanlıcası vardı, Türkçesi yoktu. Dil Devrimi “Osmanlı için yapılmadı, Türk milleti için yapıldı.”

Hele “bugünkü Türkçe ile düşünülmez” yargısı, “neleri, hangi felsefi, karmaşık, çetrefil, hangi sanatsal ve ulvi düşünceleri” yaşadın ki, anlatamadın, arkasından da “ancak alışveriş yapılır” diyecek kadar ileri gittin, Türkçeye düşmanlaştın. “Soyunu ve kültürünü yadsımak, köleliğe özlem duymak” olsa olsa ancak bu kadar olurdu!

Neler düşünüp neler yazdınız da Türkçe size yetmedi-atalarınız gibi-yetersiz kaldı?

Sevgiyle, esenlikle kalınız…