Son yıllarda dünya, benzeri görülmemiş bir dönüşüm içinde. Enerji krizleri, dijital rekabet, ekonomik kırılganlıklar ve bölgesel çatışmaların gölgesinde adeta yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Peki, bu karmaşada dünya gerçekten üçüncü bir dünya savaşının eşiğinde mi? Türkiye bu karmaşık tablo içinde nerede durmalı? İslam dünyası Türkiye’ye nasıl bakıyor ve “Yeni Osmanlıcılık” iddiası bir fırsat mı, yoksa tuzak mı?
Öncelikle, dünya artık sadece askeri cephelerde değil; teknoloji, ekonomi ve kültür savaşlarıyla şekilleniyor. ABD ile Çin arasında süren güç mücadelesi, Rusya’nın Avrupa’daki yeni hamleleri ve Ortadoğu’daki vekalet savaşları, küresel sistemin parçalı ve çok kutuplu bir hal aldığını gösteriyor. Üçüncü dünya savaşı, belki klasik anlamıyla olmasa da; ekonomik, dijital ve psikolojik savaşların eşzamanlı yürüdüğü karmaşık bir sürece dönüşüyor.
Bu mücadelede paylaşılamayanlar ise enerji kaynakları, teknoloji altyapısı ve stratejik coğrafyalar olarak öne çıkıyor. Türkiye ise Avrasya’yı Avrupa’ya bağlayan kritik bir noktada bulunuyor. Ancak Türkiye için ne tamamen Batı ne tamamen Doğu saflarında yer almak, ne de kendi çıkarlarını göz ardı etmek mümkün değildir.
Türkiye’nin izlemesi gereken yol, denge siyasetiyle kendi eksenini oluşturmak ve askerî gücün yanında kültürel ve diplomatik kapasitesini de güçlendirmektir. Çünkü bugün güç sadece silahla değil, akıl ve stratejiyle elde ediliyor. Birinci Dünya Savaşı öncesi bilinçli ve kuvvetle desteklenen tarafsızlık politikasını başaramayan Türkiye, bunun neticesinde koca bir imparatorluk kaybetti. Tarih ders alınmak için okunmalıdır.
İslam dünyasına gelince; Türkiye’ye karşı hem sevgi hem mesafeli duruşlar var. Osmanlı mirası kimi ülkelerde özlemle anılırken, kimi yönetimler bu mirası rekabet veya kuşku ile karşılıyor. “Yeni Osmanlıcılık” söylemi ise bölge ülkelerinde bazen bir neo-emperyalist heves olarak algılanabiliyor ki bu, Türkiye için diplomatik bir tuzak anlamına gelebilir.
Bu nedenle, Türkiye’nin Osmanlı tarihini bir baskı aracı değil, ortak bir kültürel miras ve iş birliği zemini olarak değerlendirmesi gerekiyor. Siyasi ilişkilerde eşitlik, karşılıklı saygı ve kazan-kazan anlayışı temel olmalı.
Sonuç olarak, dünya bunalımlı bir dönüşüm içindeyken Türkiye’nin yapması gereken, coğrafi konumu ile birlikte stratejik vizyonunu ve diplomatik aklını ön plana çıkarmaktır. Ancak diplomatik kadronun bu dönüşümü yapabilecek yeterliliği konusunda kuşkular vardır.
Büyük savaşlar çoğunlukla büyük dönüşümlerin eşiğidir ve bu dönüşümü doğru yönetmek, Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir. Bunun için daha aktif diplomasi, daha fazla üretim ve daha çok tarih okumalı ve irdelemeliyiz.
Unutmamalıyız ki; tarih bize, geçmişimize ne kadar dikkatle bakarsak, geleceğimizi o kadar sağlam inşa edebileceğimizi öğretiyor.