Nüvide Tulgar’ın ‘’Kendi kutup yıldızını bul’’ kitabından kısa öyküyü size aktaracağım.
Bir zamanlar, büyük ve güçlü bir ülkeyi yöneten kralın 4 eşi varmış.
Kral en çok dördüncü eşini severmiş, bir dediğini iki etmez, her şeyin en iyisini, en güzelini ona verirmiş.
Kral üçüncü eşini de çok severmiş. Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edeceğinden korktuğundan onu çok kıskanır, üzerine titrermiş.
İkinci eşini de severmiş, kendisine karşı her zaman sabırlı davranan eşi, ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında bulunur, sorunun çözümünde ona destek verirmiş.
Kraliçe olan birinci eşiymiş kralın. Onu en çok ve karşılıksız seven, sağlığına ve hükümdarlığına en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen, kral birinci eşini sevmez ve onunla hiç ilgilenmezmiş.
Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini anladığı ve öldükten sonra yapayalnız kalmaktan çok korktuğu için, eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşabileceğini öğrenmek istemiş.
En çok sevdiği dördüncü eşine ölüm yolculuğunda kendisine eşlik etmek ister mi sorduğunda aldığı yanıt kalbine bıçak gibi saplanmış, ’’mümkün değil’’ olmuş.
Üçüncü eşi de ’’Hayır, hayat çok güzel, sen ölünce ben yeniden evleneceğim’’ demiş.
İkinci eşi de, ’’Bu sorunun için hiçbir şey yapamam, olsa olsa sana mezarına kadar eşlik eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım’’ karşılığını verir.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşamakta olan kral, birinci eşinin sesi ile irkilmiş, ’’Nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim”.
’’Ah, keşke bir şansım daha olsaydı’’ diye inlemiş kral.
Yaşamda hepimiz dört eşliyiz aslında;
Dördüncü eşimiz vücudumuz. Onun güzel görünmesi için ne kadar çaba ve zaman harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir.
Üçüncü eşimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür ölmez başkalarına kalacaktır.
İkinci eş ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin yapabilecekleri şey bu dünyadan gözleri yaşlı bizi uğurlamak olacaktır.
Birinci eş ise ruhumuzdur. Bizimle gelir.
Bu öyküden çıkan ders bana göre; ruh sağlığını iyi korumaktır. Ruh aynı zamanda insanın kendi vicdanıdır. Başını yastığa koyduğunda uyuyabilen insanın vicdanı rahat, ruhu da dingindir, gerisi laf-ı güzaftır. Ancak, vicdanın ne kadar rahat olursa olsun bu dönemde ruh sağlığını korumak hiç kolay değil.
Ülkede, kadınlar, çocuklar öldürülüyor, şiddet, tecavüz, yoksulluk ve yoksunluk artıyorken en önemlisi de hukuksuzluğun alışkanlık haline gelmesidir.
Son zamanlarda her ne kadar uydurma davalar ve tanıdık metot olan gizli tanıklarla hukuksuz yargılamalar toplum vicdanını harekete geçirmişse de aynı kararlılığın sürmesi çok önemlidir.
Aslında Yozgat mitingindeki çiftçilerin traktörle katılımı toplumun davaları nasıl sahiplendiğini de göstermiştir. Balyoz, Ergenekon gibi uydurma davalarla Silahlı Kuvvetlerin güzide Subayları haksızca yargılanıp ceza alırken seyreden çoğunluk bu sefer ders aldığını mitinglere yoğun katılımlarla göstermiş ve önceki sürecin ürkekliğini ve şaşkınlığını atmış ve bu davaların mağdurlarını, özellikle İmamoğlu’nu sahiplendiğini adeta ilan etmiştir.
Yeni bir düşünce akımı, yeni bir anlayış ve yeni bir insani düşünce sistemi, yeni bir formata ihtiyaç var. Ve bu formatı hep beraber atmalıyız. Sanırım bu formatı artık atma cesaret ve kararlılığı var.
‘’Dünyanın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük çınar bir tohumdu, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi.’’ demiş bir felsefeci yazar.
Türkiye’nin yeşerecek çok tohumu var, fazla sulayarak çürütülmemeli veya sulamayarak kurutulmamalı. Keza çok yumurtaları da var, vaktinden önce kırılmamalı…
Her şey birbiri için yaşar, birbiri için yaşamak, doğanın kanunudur.
Yani; kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz.