Ferasetin, vatanperverliğin ve adanmışlığın şairi Mehmet Akif Ersoy unutturulmaya mı çalışılıyor?

Son yıllarda edebiyat çevrelerinde, özellikle de genç kuşaklar arasında bir Nâzım Hikmet hayranlığı yaygınlaşmış durumda. Elbette bir sanatçının eserleriyle öne çıkması, estetik değer taşıması doğal bir sonuçtur; ancak bu hayranlık çoğu zaman tarihî ve vicdanî bir terazide tartılmadan, ideolojik bir sapmaya dönüşmektedir. Bu noktada sorgulanması gereken şey, Nâzım Hikmet’in değil; onun önüne geçilen veya unutturulmaya çalışılan Mehmet Akif Ersoy’un hakkıdır.

Nâzım Hikmet, memleketin en buhranlı dönemlerinde tercihini mücadele etmekten yana değil, yurt dışına kaçmaktan yana kullanmıştır. 1951’de vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra Sovyetler Birliği’ne gitmiş, hayatının büyük kısmını orada geçirmiş, Türk milletinin değerleriyle çoğu zaman çatışan bir dünya görüşünü savunmuştur. Oysa Mehmet Akif, hem fikir, hem beden, hem kalem gücüyle milletin en zor zamanlarında vatan toprağından bir an bile ayrılmayı düşünmemiştir.

I. Dünya Savaşı’nın en sert dönemlerinde “Teşkilât-ı Mahsusa” çatısı altında görev almış; Kuşçubaşı Eşref Bey ile birlikte Yemen, Hicaz ve Suriye çöllerinde, Osmanlı’ya başkaldıran Arap kabilelerini ikna etmek için aç susuz, canını hiçe sayarak dolaşmıştır. Bu, yalnızca bir şairin değil; aynı zamanda bir mücahidin, bir dervişin, bir dava adamının işidir.

“Çanakkale’yi görmeden Çanakkale’yi anlamak mümkün mü?” diye soranlara Mehmet Akif Ersoy abide bir cevaptır.
Mehmet Akif’in edebî dehasını ve ferasetini en iyi gösteren örneklerden biri belki de “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiiridir. Bu destansı eser, Akif’in Çanakkale’ye hiç gitmeden, hatta cepheden bir fotoğraf bile görmeden, Suriye’de bir tren istasyonunda kaleme aldığı bir şiirdir. Peki, bu nasıl mümkün olabilmiştir?

Bu, ancak bir milletin ruhuyla bütünleşmiş bir yürekle, ilahî bir sezgiyle ve kalbini vatan toprağının nabzına ayarlamış bir vicdanla mümkündür. Çünkü Mehmet Akif, savaş alanını değil; savaşanların imanını görmüştür. Şehidin rüyasını değil; şehadetin hikmetini duymuştur.

Mehmet Âkif: Hayatıyla Şiir Yazmış Bir Adamdır.
Onun kıymeti sadece yazdığı mısralarla değil; yaşadığı hayatla da ortaya çıkar. O, “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” diyen bir adamdır. Şiiri gösteriş için değil; milleti ayağa kaldırmak için kullanır. Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’yu karış karış dolaşarak camilerde vaaz verir; halkı direnişe, ümidi yeşertmeye çağırır. Millî Mücadele ruhunun manevî mimarlarından biridir.
Edebiyat, sanat, şiir kuşkusuz evrenseldir; ancak tarihe karşı sorumluluk da evrensel bir haktır. Nâzım Hikmet’in şiirleri ne kadar etkileyici olursa olsun, halktan ve milletin değerlerinden bu kadar uzak ve kopuk bir çizginin ana vatanında Mehmet Akif’in önüne geçirilmesi; edebî değil, ideolojik bir tercihtir.

Bu yetmiyormuş gibi, bir de kendilerini “İslamcı” olarak tarifleyen bazı çevrelerden Mehmet Akif’e karşı, İstiklâl Marşı’nda kullandığı bazı kelimelerden dolayı eleştiriler gelmektedir. “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal” beytindeki “ırkıma” kelimesini ırkçılık olarak tanımlayıp İstiklâl Marşı’nın karşısına geçmek ancak müptezellerin işi olabilir. Bu çevreler için bu, bir akıl tutulmasıdır.

Bugün gençliğe vatan sevgisi, fedakârlık, adanmışlık anlatılacaksa; bunun en canlı örneği, İstiklâl Marşı’nı yazdıktan sonra, “Ben bunun karşılığında para alamam, milletin malıdır.” diyerek ödülünü iade eden Mehmet Akif’tir.

Mehmet Akif’i sadece bir şair değil; bir yol gösterici, bir millî vicdan olarak görmek gerekir. Onun hayatı, bugünkü nesillere bir duruş, bir vakar, bir istikamet öğretmektedir. Çanakkale’yi görmeden yazdığı şiir, sadece edebî bir başarı değil; ilahî bir sezginin, milletle bütünleşmiş bir ruhun, şehitlerle aynı safta saf tutmuş bir imanın ürünüdür.

O hâlde soralım: Mehmet Akif dururken, gerçekten neyin peşindeyiz?